Pazartesi, Ekim 30, 2006

almanca dersi

bu gün seneler sonra ilk defa almanca dersi verdim. gerçi ilk seviye olduğu için basitti ama ben yinede gerildim. böyle derler dieler daslar havada uçuştu. bleistift in söylemesi zor bir kelime olduğunu farkettim. almancayı özlediğimi ve sevdiğimi hatırladım. kahve içtim bi sürü, kahkaha patlamasına maruz kaldım. bir sürü bilgi verdim, bilgiye aç bir zihnin bilgiyi emişini seyrettim. öğrendiğini farkedince parlayan gözler gördüm. önyargılardan sıkılmış ve yorulmuş ama onlarla yaşayan bir insanın ne kadar gergin olabileceğini, ne kadar tetikte olabileceğini, her sözünü ve hareketini nasıl tartarak konuşabileceğini ve "kusura bakmayın söz size yarın sadece sizin giyeceğiniz terlikler alacağım, umarım bugün bunları giymeniz sorun olmaz" diyecek kadar kendisinden şüpheye düşürülmüş insanlar olacağını gördüm. ve bir kez daha önyargıların ne kadar anlamsız olduğuna, bir insanla gerçekten konuşmadan ona yafta yapıştırmanın anlamsızlığına tanık oldum.

vay be sadece almanca dersi diilmiş. saygılar.

bloggerınız taksimden bildiriyor

İnternet bağımlılığında üst bir noktaya vardım. Şu anda dışarda şarıl şurul yağmur yağıyor ve ben taksimde meydanında taksimoda ismindeki kafede oturup blog yazıyorum. kırmızı siyah çizgili klotlu çoraplarım ve de fransız orospusu ayakkabılarımla azcık titrek ama vakur bir duruşum var. çok iş kadınıyım bildiğiniz gibi değil. tam da camın kenarındaki masada oturuyorum. suratımda ciddi bir ifade var şu an ve ekrana bakıp klavyeye bakmadan karizmatik bir havayla iş yazışması yapar gibi bir yandan blog yazıp bir yandan da gökçeyle dedikodudan dedikoduya akıyorum. arada sanki bütün gün deli gibi çalışmışım da sırtım ağrımış gibi bi dikeliyorum falan. oysa dün en son uykulu bir haldeyken çeviri yaparken "kara biberli eforlu testler" gibi saçma bi cümle yazıp masada uyuyakaldığım için ağrıyor sırtım. ama tabi burdakilerin bunu bilmesine gerek, siz de sakın söylemeyin bozuşuruz.

neyse efendim. taksim kalabalık, trafik meydan tarafında açık. yoğun bir şemsiye akışı var. hava kararmış bulunuyor. tramvay durağı henüz çok fazla bekleyen insana ev sahipliği yapmıyor. binaların ışıkları yanıyor. bir kısmında hala bayraklar asılı. meydan dün geceki konserin yorgunluğunu üzerinden atmış gibi. yağmur yağması iyi olmuş. sokaklar temizlenmiş.

Perşembe, Ekim 26, 2006

rüya

gergin geçen, kulağımızın kapıda olduğu ve her seste irkildiğimiz bir kaç saatlik bir süreci yeni atlatmışız. telefon defterleri taranmış, bir kaç kişi aranmış ama sonuç alınamamış. ortada kalmışız. sonrası birlikte atılan adımlar, burun kıvrılan mekanlar ve bir kaç dakika sonra kendimize ait bir odadayız.

duvar genişliğinde kaloriferin üzerinden başlayan kocaman bir pencere var. pervazlar ahşap iki yana açılmış. bambu bir jaluzi bozmasından içeri bölüm pörçük ışık huzmeleri süzülüyor. bambunun hemen ardında yanmış yıkılmış bir binanın dış cephesi, içi yok bakınca arkası görünüyor.

inanamaz bakışlarla odayı süzüyorum. biri iki kişinin sığabileceği kadar geniş iki tane tek kişilik yatak, çıplak bir ampul, füme muşambalar, aynı renk iki tane amerikan lilesi dolabı. dolabın üstünde iki tane battaniye var. pek eski görünüyorlar. yatakların üzerinde 2 tane kağıt kadar ince yastık, iki çarşafdan bozma pike. çarşaflar beyaz. geri kalan her şey birbiriyle uyumsuz. yataklardan birisi bizim yemek masamız. 3. pide döner, soğanlı peynirli ruffles, doritos pançonun yenilenmiş versiyonu - hani üstünde sarımsak resmi olan-, baharatlı lays, küçük bir votka, elma suyu, aşağıdan alınmış bir litre su ve plastik bardaklar, sigara kutusu 2 tane, snickers, yere atılmış bir kaç poşet, ceketler ve şapkalar. koyu kırmızı ve koyu mavi bir kapımız var. bizi dış dünyadan koruyor.

ve işte ben masa görevi yapan yatağın ucuna ilişmiş oturuken ona bakıyorum: karşımda daha geniş yatakta oturmuş, terliğimiz de yok, havlu da yok hay allah diyor. mutlu bir gülümseme yüzünde. içime akıyor bakışı. mutluluk, saadet bu kelimeler bana yetmiyor. ona baktıkça yepyeni bir kelime icaat etmek istiyorum başına herhangi bir pekiştirme bıdırı gelmeden nasıl hissettiğimi anlatacak.

konuşuyoruz, yiyoruz, içiyoruz, uyukluyoruz, mıncırıyor ve gıdıklıyoruz. bambaşka insanlar olup sonra özümüze dönüyoruz. sonra söylediğimizden 2 saat geç taksime çıkmayı başarıyoruz.

kalabalık bir gece, beklenmeyen misafirler, hep beklenen ve hep orda olması istenen dostlar, garip sırıtışlar, deli bakan gözler, tanımazdan gelmeler, nille iki arada bir derede yapılan dedikodular... bütün bunların arasında kimsenin sezemediği bakışlar. onun hep orada olduğunu bilmenin, onun seni özlediği bilmenin, onu çok özlemenin mutluluğu. sonra kalabalık ve dumanlı bir ortamdan kaçış her şeye gülünen bir gece yemeği ve bize ait o odaya geri dönüş.

her dakikasına yumuşakça dokunulmuş ve her anı sarılıp sarmalanmış bir uykunun ardından hala uyuyan asmalı mescit. gece kim bilir kaçta uykuya dalmış belli değil. ama bir dakika burası ayvalık. hani abimin dalış turundan önce oturup kahve içtiğimiz ve benim onu çok özlediğim ve bir gün beraber gelelim nolur diye içlendiğim yer. kahvaltılarımız geliyor. gazete okuyoruz. kahve içiyoruz. konuşuyoruz. bakışlarımla kedileri korkutuo kaçırıyorum. ona hiç böyle bakamıyorum. sonra kedileri beslemeye başlıyoruz. bütün bunlar olurken her şeyin rüya olduğunu kanıtlamak için olsa gerek fonda onun bütün gece ve sabah söylediği şarkılar çalmaya başlıyor. konuşmayı bırakıp şarkı söylemeye başlıyoruz.

ve sonra o kahvaltı bitmiyor. o gün bitmiyor. bu rüya bitmiyor. biz kalkıp caddede uzun bir yürüyüş yapmıyoruz. evlerimize dönmüyoruz. başka yerlerde uyumuyoruz. hep birlikte, kendimize ait bir oda da yaşıyoruz biz. başka bir yere gitmiyoruz.

kendimize ait bir oda gerek bize! gönlümüzce huzur ve heyecan yaşayabilmek için. gönlümüzce uyuyup uyanmak ve uykunun bölündüğü her küçük anda onun sıcaklığıyla rahatlayabilmek için.

Perşembe, Ekim 19, 2006

google

google graphics de beni adımla soyadımla arattığınız zaman gerçekten benimli ilgisi olduğu için çıkan tek fotoğraf beyazperde.com da zamanında yazdığım bi yazı yüzünden dolls-bebekler filminden bir kare. filmin posteri senelerce kapımda asılı durduğu için bana oldukça doğal geldi. ama filmin konusunu ve yapısını düşünürsek bir o kadar da acayip.

bi de uçlu kalem 0.5 2b tombo uçla kullanılmalı. ayrıca burcu da artık susup tez çalışmalı. evet. hımm. evet.

pentel p205


ne şahane di mi?

kalem

bu gün çok şahane bir kalem aldım. eski rotringlerden bulabilir miyim diye bakıyordum. hani şimdikiler gibi olan ama ince olanlardan. lisedeyken okulun karşısında baturay diye bir kırtasiye vardı. o zamanlar rotringlerin hepsi bordoydu ve inceydi üstelik bir de benim için çok pahalıydı. o baturay kırtasiyeye gider rotringleri severdim. ne güzel kalemlerdi onlar ya. zaten o kırtasiye de acayip güzel kalemler olurdu. sonra ortaokuldan liseye geçtiğimizde rotringlerin beyazı ve siyahı da çıktı belcağızında kırmızı bir kemerle. alman okulundayız da aaa bak rot - ring koymuşlar hımmm yapmıştık. neyse. bu gün o kalemlerden aramaya gittim. bordo iddiasında değildim, beyaz ya da siyah da bulsam ya da daha sonra piyasaya çıkartılan ince ama renkli olanlardan da bulsam olurdu. amma velakin piyasayı ele geçiren tombul rotringler yüzünden bu mümkün olmadı. sonra kırtasiyeci adam - taksim sıraselvilerde alman hastanesine gitmeden sağda, pera güzel sanatlar akademisinin orda bodrumda küçük tozlu bi yer - bana bak ama ben de ne var dedi. pentelin şu an piyasada bulunmayan rotring benzeri muhteşem kalemlerinden birisi vardı elinde. siyahından ben de vardı ve adam ben de bordosu da var dedi. o anda parasızlığım bütçe planlama sorunlarım falan hepsi gözümden silindi. kalemi elime aldım. ufak bir parça kağıda bir çizik attım. benim olmalıydı. ve oldu da. sonra kırtasiyeci abiyle -abi oldu dikkatinizi çekerim - uçlu kalemlerin sırlarla dolu dünyası üzerine bir sohbete daldık. abi tam bi kalem manyağıydı - kırtasiyeci de gitti baştan abi o artık - bana kardeşim de kalem delisi benim gibi aman gelirse falan sakın bu kalemi sana bu fiyata sattığımı söyleme dedi. deli misin abi söyler miyim der gibi başımı salladım. ve sonra çantamda kalem ellerimde bir kamaşma ve cebimde beş kuruş parayla kendimi sokağa attım.

çarşamba

merak edenler için çarşamba gününün gelişmelerinden bahsedeyim dedim. dün propsalımı almaya gittm. genel olarak iyi diyerek söze başlayan tekcan konuşmasını kötü diyerek bitirdi. bi sürü değiştirmem gerekiyor. ama sanırım bunu hakettim. kafan dağınıkken yazmışsın sen bunları dedi. zaten baştan beri anlayamadığım bi şey var diyordun, okuduktan sonra neyi anlamadığını anladım dedi. böle makale özetler olmuş bi yere gitmiyorlar dedi ki, ben de ona aylardır sanki böyle olucakmış gibi geliyo, nası yazmam lazım bilmiyorum diyordum. neyse şimdi bir kısmını uzatıcas bir kısmını kırpıcaz bir de yeni bir kısım yazıcaz. nası olucak bilmiyorum pek ama herhalde bir şekilde yaparım. yetersizlik hissi sinsi sinsi sırtımı tırmalıyor, saçımı çekiyor, kulağıma üflüyor ve arada ben bir şeye bakarken tam ters yönde gözümün ucunda belirip kayboluyor zira. işte ben de aldım laptopu aktım alemlere. sizlere kablosuz ağ bağlantısının sonsuz nimetlerinden faydalanarak yazıyorum. makale önümde, tez önümde açık. ancak son 1,5 saattir henüz ikisine de bakmaya cesaret edebilmiş değilim. çok isterdim abimlerinki gibi makalelerin abstractlarını çevirerek 5 makaleyle discussion kısmını halledebileceğim bir tez yazabilmeyi. belki de istemezdim pek bilmiyorum şu an.

ayrıca görgünün tezi çok iyi geçti. başına beklenmedil bir iş açmalarına rağmen oldukça keyifli bir sunum olduğu yönünde duyumlar aldık. orda görgünün üzerinden spot ışığı çekeyim son dakikalarını rahat geçirsin diye tam bir moron gibi gidip 3. jüri üyemizle tanışmam bahse değmeyecek bir konu. neticede görgün bayılmadı, tekcanın prime ettiği gibi ağlamadı, aksine sunuma başlar başlamaz bütün heyecanı geçti ve leziz bir sunum yaptı. sunumu yaparken ayağa kalkmayı unutmuş ama olur o kadar.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

bi de

bu gün dayanamayıp ulu insan, muhteşem danışman, mentor ve örnek hoca tekcana mail attım. proposalı okudunuz mu hocam diye sordum. burcu, okudum. bu hafta bi gün gel konuşalım bayram tatilinde düzeltmeleri yaparsın diye bir mail atmış. hiç bir yorum yapmaması bana ya çok korkunç bulduğunu ya da henüz okumadığı çarşambaya kadar zaman kazanmak için böyle bir hamle yaparak okuyacağı izlenimini uyandırdı.

şimdi ben kesin çarşambaya kadar uyuyamam gergnlikten.

yani

işte bu yüzden ben volkanı koklamak, öpmek, sevmek ona doya doya bakmak, hastası olmak, ona bayılmak bööle ısırıp mıncıklayıp parça pinçik etmek istiyorum.

hastasıyım laaaaaaayynnn!

görg'e ek

sayın görg, yani femme noire ın yenilesi sevgili tanımına bir de şunları eklemek istiyorum:
şeker sevgili sevgilisini gördüğünde gözlerinin içi gülendir, sarılıp 15 dakka öyle kalabilendir, sevgisinden napıcanı şaşırıp saçını başını karıştıran içi kamaşandır. bunlara binbir tane daha eklenebilir. ancak şöyle bir şey var ki es geçilmemelidir:

hasta olunası sevgili zayıflamaya uğraşan ve kilolarından nefret eden ve yapı itibariyle asla kalçalarından kurtulamayacak ve zayıf bir insan olamayacak sevgilisine " bence hiç gerek yok ben sana böyle bayılıyorum, sağlık içinse tamam, ama bana söz ver çok fazla zayıflamak yok sevmiom ben hiç" diyendir

tamamı metal simyacı

dün sonunda 51. bölümü de seyrettim. çok sancılı bir süreçti. bir yandan durmaksızın seyretmek istiyordum, bir yandan bitecek diye korkumdan gıdım gıdım izlemek istiyordum ama dayanamadım ve dün 16 bölümü izleyerek seriyi bitirdim. ilk 35 bölüm boyunca olan her şey birbirine bağlandı. her bölümü ayrı oha nidaları eşliğinde bitirdim. şu anda kendimi sevgilim ya da çok sevdiğim bir arkadaşım çok uzaklara gitmiş, ya da ilişkimizin cicim ayları bitmiş gibi hissediyorum. son iki haftadır ed ve al' a çok alışmışım. aahh ahh. bi daha seyretsem bile asla ilki gibi olmıycak. çok mutsuzum.

niii san, vataşiva, vataşivaa...

yağmur isminde bir balina

hani yağmur yağdığı zaman, hava karanlık ve sokak lambaları da yanıyorsa parlak ve koyu gri bir renkte görünür ya sokaklar böyle ıslak deri gibi; küçükken ben sokaklar bu renkte olduğu zaman dev bir balinanın üstünde yaşadığımıza inanırdım.

hepi börtdey nil

cumartesi günü nilimin doğum gününü kutladık. papillionda yaptığımız parti müzikleri zaman zaman bizi hayal kırıklığına uğratsa da oldukça çılgın geçti. çılgın bi insan kalabalığı vardı. alkolun su gibi aktığı gece ne yazık ki geçen senelerin aksine çılgın dedikodulara mesken olmadı. tuğçenin gecenin köründe gelmesi, erdem beyin boy göstermesi, kitap grubu kızları, begüm hanımlar, sinema tayfası, gökçe hanım, afşin bey, gizem sumru yasemin hanımlar, görkem anıl volkan beyler, kaan ve umut ege çifti, sayın genel yayın yönetmeni burçin bey, bodur ve evrim beyler, berna hanım, şebnem hanım ve şu anda anımsayamadığım ama varlıklarıyla cancağazımın doğum gününü şenlendiren nev-i şahsına münhasır şahane insanların sevimlilikleri geceye renk kattı.

bence gecenin en güzel anları gölgede ve çorbacıda nil top haline getirdiği ekmekleri çorbasına atarken yaşandı. berna ve tuğçenin ruh ikizi çıkma diyaloğuna ise hiç girmiyorum.

Cuma, Ekim 13, 2006

sonunda

iki aylık sabrımın neticesini aldım ve sonunda bu gün spor salonuna kaydoldum. şu anda belim ve dizim ağrıyor olsa da sakatlıklarım için aslında uzun vadede faydalı olacak. hem kaslarım kuvvetlenecek hem ağırlığım azalınca binen yük azalacak. en azından ben öyle umuyorum. eğitmen oldukça umutlu ilk ay şöle olucak ikinci ay böle olucak falan diip durdu ama yani gene de benim bünyem bu belli olmaz tabii. eğitmenler iki tane, ikizler ve ben onları ayırt edemiyorum. biri gelio ona bişi sölüorum sonra aynısı gelip o söylediğim şeyi soruyo aptal oluyorum, meğerse aynısı diilmiş hep aptallaştıktan sonra farkediyorum ancak çok sıkıcı.
bi de sauna var. spor yaptıktan sonra saunaya girdim 10 dakka. içersi çok güseldi, süfer şahane. bööle bütün ağrılarım uçtu gitti. gerçi çıkınca hepsi geri geldi ama olsun 10 dakikalık bir ağrısız ortam iyi geldi. üstelik yüzümde bebek poposu gibi yumuşacık oldu. pek leziz.

Perşembe, Ekim 12, 2006

yazı

yazımın başına adolfo bioy casares'in bir fotoğrafçının la plata maceraları isimli kitabında geçen fotoğrafla ilgili bir bölümü koyamk istiyordum. ama kitabı satır satır gözden geçirmeme rağmen o kısmı bulamıyorum. çok mutsuzum.

ya da pek şahane insan tuuuçe sayko'nun da dediği gibi "ollleeeyyy ben de entel oldum yaşasın!"

çiki çiki baba

bu gün ve dün yayılmakla daralmak arasında gittim geldim. dün aslında güzel bir gündü. bütün gün dinlendim. kitap okudum, dizi seyrettim, anim seyrettim - full metal alchemist'e başlayabildim sonuda- deniz için yazacağım yazının araştırmalarını yaptım, pazartesi görgünle okuldan aldığımız metis bilimkurgu serisi kitaplarımla ilgilendim keyifliydi yani. hele akşam nilim gelince daha da güsel oldu. ne zamandır akşam oturması yapmamıştık beraber, keyfimden dört köşe oldum. bir de üstüne sonunda spora yazılabileceğim ortaya çıkınca geniş bir sırıtış yerleşti yüzüme. önce prop teslimi, sonra sarmac, sonra nil, sonra spor... pek lezizdi.

bu gün pek öyle başlamadı ne yazıkki, full metal seredeceğim diye saatlerce sandalyeme tünediğim ve havalarda feci olduğu için deliler gibi kuyruk sokumum ağrıyordu. sonra dizi yerine seda sayan seyretmek zorunda kaldımki korkunçtu. sonra gene araştırma, sonra tülin gelmesi - çok özlemişim- sonra tülinin arkadaşına makyaj yapmaca, sonra hastaneye gidip tülinin bebeğinin fotoğrafını çektirmece - ay daha fasulye kadar ablasıııı, bi daha gittiğimizde kollarını falan görücekmişiz - eve gelmece yemek yemece, film seyretmece. bak şimdi yazınca bir sürü şey yapmışım bu günde ama ben şikayet edilcek uyuz bir gün geçirdiğimden emindim. neyse.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

mutlu bakış v.2 -toplu gösterim.











sanırım hazirandan beri en mutlu, en huzurlu olduğum an bu kağıtları elime aldığım andı. evet evet.











hiç bişey demiyorum. bi insan şunu görüp nasıl mutlu olmaz?















bu bizim bölümün önünden boğaz manzarası fotoğrafı. okulda en sevdiğim yer. kendimi burada çok huzurlu hissediyorum.











efenim bu fotoğraf pazar gününün en mutlu anını belgeliyor. uyku saati. çok sıkıcı bir pazardı ve bittiği için şu an bile mutluluk duyuyorum.

Salı, Ekim 10, 2006

oleeey

ay çok heyecanlıyım nerden başlayacağımı bilemiyorum! 2-3 hafta önce gecenin bir yarısı "nolucam ben bu hayatta" diye krize girip psikolojiyle ilgili sayfaları dolaşmaya başlamıştım. derken bir şekilde sarmac'ın sayfasına denk geldim ve orada 7. sarmac konferansında çalışmak istiyorsanız bana mail atın yazn bir yer buldum ve attım netekim. bir kaç yazışmadan sonra bu gün cevap geldi! evet para vermiyorlar ama gene de büyük bir şey benim için: konferansa başvuran proposalları review edeceğim! ve konferans başladığında da registration işlemlerine yardımcı olacağım. bekle beni psikoloji ben geliyorummm!!

Pazartesi, Ekim 09, 2006

proppppp

evet yaptım. sonunda proposalımı gönderdim. az sonra evden çıkıp çıktısını alıp birde yazılı halini götüreceğim. şimdi artık bekleme zamanı. sıçtım mı, alnımın akıyla çıktım mı, ne kadar feci ya da iyi bir şey verdim göreceğiz hep beraber.

Pazar, Ekim 08, 2006

ben bi de volkanı çok seviyorum. özlüyorum da hep. hep ama.

indeks

çalışmayı hiç özlemedim ama insanları çok özledim. berrini özledim çok, kumpas kurup mutfağa kaçmalarımızı, sarılıp ağlaşmalarımızı, gizli gizli çevirdiğimiz işleri, içimdeki herşeyi ona söyleyebilmeyi, hayal kurmayı, onu bunu çekiştirmeyi, sakinleştirmeyi ve sakinleştirilmeyi. sonra eseni özledim, her sabah mutfağa ışık saçarak girmesini, hep güzel ve bakımlı görünmesini, işvesini cilvesini. hakanı özledim, deli deli bakmasını, ona buna sataşmasını, laf dalaşına girmeyi, msnde sözleşip mutfakta buluşmayı. umutu özledim, her durumda destek olmasını, yol göstermesini, yeşimi anlatmasını, esprilerini. diğerlerinide özledim. bi de görgünle aynı iş yerinde olmayı özledim. artık ne okul var ortak, ne iş. taşınıcak bi de yakında unutucak beni biliyorum. :(

yarın ola hayrola

yarın çok çılgın bir program beni bekliyor. sabah erken kalkıp dizilerimi seyredeceğim. house'un yerine ne gelecek, numbers'da bu hafta neler olacak, gibbs bu bölümde yakışıklı teröristi yakalayabilecek mi gibi hayati önemi olan sorularımın cevabını yarın 9-11 arası bir maratonla alacağım. sonra evden çıkıp taksime gideceğim, bitirdiğim - evet yanlış duymadınız, görgün sayesinde bitirdiğim- proposalımın çıktısını alacağım babamda. sonra taksimdeki ifsak fotoğraf bienali sergilerini gezeceğim. oradan çıkıp okula gideceğim ve tezcanla buluşacağım. görgünle manzarada, bölümün önünde ya da ortakantinin ordaki merdivenlerde kahve içeceğim. çok işim var çooookk!

feminist rot

çok çok çok sinir olduğum iki şey var, kadınlara karşı yapılan haksızlıklara sinir oluyorum zaten ama bu ikisi kadınları düşünürmüş gibi yaparak yapıldıkları için özellikle gıcık ediyorlar beni.
Birincisi kadın yerine bayan denmesi. şöyleki eşleşmeler şunlar: oğlan-kız, kadın-erkek, herif-karı, bay-bayan. hal böyleyken şöyle bir durum mevzu bahis: erkekler ve kadınlardan bahsederken bir kadına kadın demek ayıp tü kaka, kaba bir şeymiş gibi bayan deniyor. "orası erkekler tuvaleti, bayanlar tuvaleti yanda. bayanlar bu konuda erkeklerden daha hassas. vs. vs." duyun sesimi, kadın olmak utanılacak sakınılacak kibarlaştırılması gereken bir şey değil.
ikincisi de kadın ekleri. gazetelerin kadın eki diye bir şey var. burç yorumları, magazin, makyaj önerileri, rüya yorumları falan burada oluyor. erkek eki diye bir şey var mı? yok. çünkü gazetenin kendisi, yani dünya ve memleket meseleleri, ekonomi, spor, ciddi köşe yazılarının bulunduğu kısım erkeklerin kabul ediliyor. yani kadınlar, boş kafalı zavallılar olarak bunlardan sıkılır ve bu konularla ilgilenmez kabul edilip ay hadi bak onlar içinde bişiler yaptık ne kadar şahane yayıncılarız biz böyle aman allahım denerek kadınlar hem aşağılanıyor, hem de ilgilenmeleri gereken şeyler kadınlara dikte ediliyor. aaa ne gazetesi canım, bak kadın eki var orda, sen son çıkan rimelleri, sonbahar modasını ve burcunu falan oku hadi bakiyim.

sinir oluyorum, sinir.

mutlu bakış v.1

yeni köşe

şöle bişey yapmaya karar verdim bundan sonra. bakıp da mutlu olduğum şeyleri, becerebilirsem günlük, beceremezsem raslantısal aralıklarla size de göstericem. böylece benden uzakta olan ama çok özlediklerim ki onlar kendilerini bilirler, benimle göremedikleri şeyleri görme fırsatı da bulurlar hem.

cumartesi mızıldanması

bu gün bi sürü şey yaptım. köprü altına gittim. gazete okudum kahve içtim balık ekmek yedim. aksaraya anılın evine gittim. nili gördüm. ocakbaşına gittim. elma votka ve rakı içtim. dart oynadım. görgün ve vaheyle dabıl deyt yaptım. profil yaptım kendime, fotoğraf yüklemeyi beceremedim. kırmızı ruj sürdüm. meltem için istanbul fotoğraları serime devam ettim. yeni küpelerimi ilk defa taktım ve pantolon giydim.

Cumartesi, Ekim 07, 2006

düt

cumartesi günleri güzelken pazarları neden o kadar güzel olmuyorlar acaba? yani pazartesi sendromu desem, kendi kendimi haksız çıkartıyorum. neticede şu aralar pazartesileri gidecek bir işim olmamasına rağmen pazarları sevmiyorum. bazı pazarlar güzel olabiliyor, ama çoğu değil. pazar deyince aklıma miskinlik, uyuşukluk düzensiz yemek saatleri, cnbc-e dizileri (ki bu güzel kısmı), akşama doğru basan darallar, gece uyuma fikrinin bile sıkıcı gelmesi gibi şeyler geliyor.
napalım. durum bu.

Cuma, Ekim 06, 2006

işte böyle bir şeyy...


işte böyle bişe o dediim yazı masası tam bundan diil daha büyük, hani böyle gizli gözleri olabilicek türden bi şey.

hayallerim, evim ve sen

şimdi şöyleki bence bir evde mutlaka olması gereken 2 şey var yapısal olarak: biri küvet öbürü balkon. bunların olması mecburiyet. sabah kahvemi içeceğim iki sandalye ve bir masa sığacak bir balkon ve gerilen sinirlerimi gevşeteceğim içinde yatılabilecek uzunlukta, mümkünse ayaklı bir küvet.
eğer bu ikili mevcutsa yapısal olarak o kadar şart olmayan ama olursa güzel olacak şeyler de şunlar: geniş bir mutfak, kare odalar, hoş bir oturma odası ve mümkünse böyle diz hizzasına kadar inan camlar. yani ölümcül diil tabi bunlar. ben balkon ve küvetlede idare edebilirim.

sonacıa efendim, dekorasyonda olmazsa olmaz, mecburilerim ise şöyle: güzeeeeeellllll ama sade kitap rafları, sallanan bir koltuk ve rahat yumuşak bir kanepe.
ah bi ah keşke o eski binbir çekmecesi olan şahane yazı masalarından olsa. ama onlar çok pahalı. o yüzden 8 yaşımdan beri istememe rağmen asla sahip olamadım.
içimde uktedir.

başlık şeysi

tatataaammm! artık benim de postlarım başlıklı olucak. dün görgünle yaptığımız uzun bilimsel tartışmalar sonucunda bunun standart bir uygulama olduğunda ve benim ayarlarımda bir karışıklık olduğunda hemfikir olduk. aradım taradım, araştırdım, yaklaşık 3 saat 34 dakika 3 saniye iştiare yattım ve sorunu çözdüm. bir yerlerdeki bir no yu yes yaptım ve işte karşınızda başlıkların baş döndürücü dünyası.

Perşembe, Ekim 05, 2006

biliyorum bir kısmınız "nolcak ki kızım, daha dün gördün sevgilini otur çalış işte töbe töbeee" diyor ve cıkcıkcık nidalarıyla birlikte kafanızı bir o yana bir bu yana sallıyorsunuz. belki içinizden bir kaçı "bırak yaa bırak yaa" diyor şahan'ı taklit ederek ve belki de bu taklidi beceremeyerek. hatta ve hatta bazılarınız "sen fedakarlık görmemişsin, biz yüce ulusun torunları fedakarlık nedir teee en içimizde hissederek büyüdük. fedakarlık dediğin kan ve can vererek olur akıllım" diyor. ama öyle demeyin, beni hor görmeyin, fedakarlığıma zeval etmeyin. o benim biriciğim moda da yanında sokulacak burcusu yok, gökçem hele mızıldanacak arkadaşı yok, kadıköyüm hele içecek bir burcusu yok. kendimi değil onları düşünüyorum ey okur. kendimi aha şu kadar düşünüosam namerdim!
evet sayın seyirciler, beklenen an geldi: Sizlere bu akşam pek sevgili ve şahsına münhasır görgün hanımefendinin naçizane odasından sesleniyorum. ilk geldiğimde saatte 3 kere kafamı vurduğum çatı katının eğimli duvarlarından 1 metre ötede, görgün hanımın çalar saatiyle kesişmek suretiyle yazıyorum. kafamı kaldırır kaldırmaz gördüğüm siyah beyaz iki fotoğraf dimağımı açarken, ben bu gün ilk defa tezim için özel hayatımdan fedakarlık yapmış olmanın tuhaf burukluğunu yaşıyorum. evet, bu gün tezim için fedakarlık yaptım. kadıköyde volkan ve gökçeyle içebilecekken, oturup proposalı bitirmeyi tercih ettim. bir yandan kendimde bunu yapacak ve sevdiceğimin "nolur sen de gel" diyen o yumuşak ve tatlı sesine karşı koyacak gücü bulduğum için gururlu, bir yandan da sevgilim sıcak kolları yerine bir bilgisayarın plastik tuşlarıyla birlikte olmak zorunda olduğum için mutsuzum. ama no pain no gain sayın seyirciler. ne kaa ekmek o kaa köfte! yapacak bir şey yok. uzun vadede hem benim hem volkanımın hem de görgünün akıl ve ruh sağlığını korumak, yakın çevremdeki insanları tez bitmedikçe artmaya devam edecek olan çirkefliğimden sakınmak için bu fedakarlığı yapmaya mecburum. ah mecburum!
arkadaşlar yeni bi kampanya başlatıyorum. hepinizin dört gözle beklediği ve yaşasın sonunda dediğini duyar gibiyim. hey gidi hey. neyse kampanyam şudur: bundan sonra direk bu siteyi arayan anahtar kelimeler kullanarak giren zat-ı şahaneler ya yorum, ya da misafir odasına bişiler yazacaklar. nası? şahane di mi? yani adımı soyadımı yazmış girmişler, böle direk beni aradıklarını belirten kelimelerle gelmişler, hoşgelmişler sefa gelmişler, aman da ne iyi etmişler gelmişler sayın okurum! okur bizim velinimetimiz değildir de nedir? okurumuzdur neticesinde. bundan kelli, bu satırların paranoyak yazarına bir kıyak geçip bir selam etse, iki hoşbeş yapsak fena mı olur? yo yo yo bilakis, şahane olur.
mmm, dur bi daha düşüniim. evet düşündüm bi daha, tekrar sölüyorum, şahane olur.
bu akşam keşanlı ali destanı'nı izledik. güzeldi çok. başlangıçta hala geçen haftaki oyunun etkisinde olduğumuz için yadırgadık. tarzlar çok farklı sonuçta, birinde oyuncunun burnundaki kılları görüosun öbüründe anfi tiyataroda gibisin. ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra çok keyif alarak izledim. yarın oyunla ilgili görüşlerimi de yazacağım. ama şu an yorum yapmak için fazla uykuluyum. anca saçmalamak gelir elden.

Salı, Ekim 03, 2006

tezi yazdıktan sonra ilk işim bavyeralı yı okumak olacak. kafamda başka bişi varken ona yeterince kendimi veremeyeceğimi düşündüğümden okumuyorum. oysa o bütün beynimi hakediyor çünkü aylarca kafamda yarattığım anlatım şekilleri, betimlemeler, karakterler her şey yazıya dökülmüş bir halde elimde olacak. tezi sunduğum gün gidip çıktısını alacağım ve ertesi gün belki de bir hafta sonra - heyecanı artırmak için- okumaya başlayacağım.
ah bavyeralı seni o kadar özledim ki.
"volkanla ilgili yazı" anahtar kelimelerini google da aratıp siteye giren arkadaş! benim volkanımla ilgili aramalar yapıyosan yolarım! acımam yok!
eğitime gitmek istiyorum, ankaraya gitmek istiyorum. denizi görmek istiyorum. mushuyu sevmek istiyorum.

bi de odamdan artık nefret etmiyorum. basmıyor artık bana. delice kutu almam, depolama yapmam, bambu perdeler, azalan eşyalar, düzelen kitaplık ve kutukutu penseler işe yaradılar sanırım. odamdan kaçma hissim son buldu sonunda.
bu aralar kendimi çok yabancı hissediyorum her şeye. disosiasyon diye çevriliyor herhalde yaşadığımı bildiğim şey. adım bile yabancı geliyor. ayna da yüzüme, fotoğraflara bir gergin bakıyorum. geçer heralde.
dün sonunda proposalımın sonunu yazmak için bişiler yaptım. daha doğrusu bu konuda bana yaptırım uygulandı. görgün bütün sorunlarımı görmezden gelerek beni yazmaya zorladı. başlangıçta yetersizlik hissi o kadar baskındı ki, yazdığım her cümleyi tek tek görgüne gönderiyordum. bir süre sonra 4-5 cümlelik toplu gösterimler yapmaya başladım.

yazmaya başladığım anda kalbim deli gibi çarpmaya başladı. ellerim ve ayaklaırm buz gibi oldu. resmen kanım çekildi. ellerim titremeye başladı. sonra bir süre sonra deli gibi sıcak bastı. sonra tekrar üşümeye başladım. yaklaşık 3 saat süren yazma seansıma derin bir panik duygusu eşlik etti. sürekli olarak bilgisayarın başından kaçıp gitme isteğiyle savaştım. dayandım. sonunda deliliğe iyice yaklaştığım bir noktada, method bitiverdi. o anda kendimi çok tükenmiş hissettim.
giyindim, evden çıktım yürümeye başladım. volkanı aradım. inanılmaz bi ait olmama ve ne yaptığını bilememe hissiyle doluydum. telefonda motor gibi konuştum, güldüm, ağladım, kızdım (ki bu durumla alakası yok, sözleşmiştik o gün için!) sonunda telefonu kapattım. ve derin bir mutsuzluk çöktü üstüme. o kadar mutsuz hissettim ki kendimi. babama uğradım, çıktı aldım. gittim bi kafeye oturup present study yazmaya başladım. bu mutsuzluk ve onunla beraber mızıldanan panik hissi giderek arttı. sonnda çareyi kendime klasik müzik cdleri almakta ve trafikte geçecek 1,5 saatimi strauss'un ünlü valslerini dinlemekte buldum.

şu an deliliğim geçti. ama hala bir yorgun, biraz üzgün, hafiften sarsılmış hissediyorum kendimi.

Pazartesi, Ekim 02, 2006

bazen düşünüyorum da görgün olmasaydı hayatımda nice olurdu halim. iyi ki varsın görgün, çok seviyorum seni.

Pazar, Ekim 01, 2006


çok tatlı diil miyiz?
efenim sıkıcı bir pazar gününde daha saati 17.20 etmiş bulunuyorum. camlarında bambular olan, masa altı kutularla dolu kendi haline bir düzensizlik abidesi olan odamda hafifçe üşüyerek oturuyorum. mantı yemiş ve bu mantıyı bol sarımsaklı yoğurtla yemiş olmamın kalçalarıma ekleyeceği yağları düşünmeye, düşen tansiyonum nedeniyle pek fırsat bulamıyorum. hala pijamalarımla oturuyor olmamı ders çalışmıyor olmamdan sorumlu tutup, bu durumu değiştirmek için de hiç bir şey yapmıyorum. sanırım kalkıp üzerimi değiştirmeli, klasik müzik seçmeli ve şunun şurasında dizilerimin başlamasına kaç saat kaldı ki diyerek ders çalışmaya başlamalıyım. evet.
dart oynamayı çok seviyorum. volkan kamyoculuğu bıraktığından ve ben 20 ye atabilmeyi başardığımdan beri de cricket en favori oyunum. bu gün bi buçuğun şahane elemanı gökhanda bize katıldı. tabi tozumuzu attordı ama olsun. bi de avşarı çok özledik işte.
bu gün avşarı çok özledik. önce volkanla taksime çıktığımızda aramak istedik avşarı. sonra yemek yerken. sonra bi buçuktan çıkarken aramak istedik, sonra docstarda otururken. sonra balo stage e gittik. orda gene avşarı özledik. sonra get down on it çaldı ve ve bütün grup avşar için avşar gibi dansetmeye çalıştık. sonra gene avşarı özledik.
2 nin 4. kuvveti, 4 ün karesi. 16 yıl gibi güvenip, 16 gün gibi heyecanlanıyorum. 16 bin ışın yılı kadar seviyorum seni.
. . .

Powered by Blogger