Perşembe, Kasım 30, 2006

cengaver rot

Pazartesi, Kasım 27, 2006

milföy

Taksim meydanından tarlabaşı üzerinden galatasaray'a doğru giderken şişhaneye yaklaşan kısmında sağ tarafta bir lokanta var. Dışardan bakınca sıradan bir esnaf lokantası, kirli camlar, vitrinde dönen kızarmış tavuklar dandik ve sandalye ve masalar var içerde. Elinde ekpçesiyle bekleyen bir aşçı, yemeklerin sıra sıra dizili olduğu tezgahta servis yapıyor. Masaların üzerinde halk ekmekten alınmış ve teneke ekmeklikler içinde duran ekmekler, ağır cam yemekhane su şişeleri bile olabilir. İçeri giren çıkan pek yok, içerdeki bir kaç kişi de az pilav üstü kuru yiyor belli ki. Peki bu lokantayı binlerce benzerinden ayıran şey ne? Hemen söyleyeyim canım okurum, ismi. Böyle bir lokantadan beklenebilecek isimler sınırlıdır diye düşünüyorum. Mehmet Usta'nın yeri, Evim Ev yemekleri, Hasan Usta ne biliyim, tarlabaşı lokantası falan filan. Ama hayır lokantamızın ismi Milföy. Fransızca mille feuille kelimesinin türkçeleştirilmiş hali, bin yaprak anlamına gelen bir kelime çifti. hani böle dondurulmuş hamur alıp çıtır çıtır dökülen börek yaptığımız hamur, ya da en doğru haliyle her kat ince hamurun arasına sarımtırak krema ve en üste pudra şekeri kombinasyonuyla leziz dökülen pasta.

Böyle bir lokantanın ismi neden milföy olur. Adamın soyadı desek soyadı kanunu çıktığında milföy yoktu ortada, özel bi yemekleri var desek değil. Aklıam gele gele heralde sahibi milföy pastayı çok seviyordu ondan koydu düşüncesi geliyor. Takdire şayan bir düşünce kayması bence. Bende bi gün şirket kurarsam adını ya makaran ya da etli yaprak sarması koyucam.

Çarşamba, Kasım 22, 2006

parti ortamları

bugün pek sevgili ve canımın içi ve tatlılar tatlısı doğum günü prensesi - tacı bile vardı kafasında - elifcimcimenin doğum günü partisine gittim. uzun zamandır görmediğiniz bir sürü insanın gördüğünüz partiler vardır ya. hani hepsiyle bir dönem öyle ya da böyle muhabbetiniz olan ama uzun zamandır bir şey paylaşmadığınız. bir de hani bazı yakın arkadaşlarınızın çevresi size o kadar da yakın değildir. diğer arkadaşlarını tanırsınız, bir kaç yerde içmişliğiniz, arkadaşınızın bir kaç olayında birarada bulunmuşluğunuz vardır. işte bu iki tür insanla da karşılaştım bu gün. ve şunu farkettim: Böyle ortamların vazgeçilmez bir cümlesi var "eee, sen n'apıyosun şimdi gülnazende?" gülnazendenin yerine istediğiniz ismi koyun ve sonra koyverin gitsin. herkesle ister istemez bir muhabbet açılıyor. şahsen bu cümleden bir kaç kişi dışında cevapları ilgiyle dinlemediğim için çok hazzetmiyorum. mesele bugün yalnızca volkanın ve arzunun gerçekten şu sıralar neler yaptığını merak ediyordum, bir de çağrının. bana soranların da aslında şu sıralar neler yaptığımı çok merak etmediğini biliyorum. ama işte oradasın, bin yıldır görüşmemişsin ve konuşacak geyik çevirecek konular azalmış. mecbursun yani. ortak bir noktaya gidebilmek için, sohbet açabilmek ve kaynaşabilmek için. ne de olsa "n'aber lan" geride kalmış artık. başka çare yok. her ne kadare sevimsiz bir kalıp olsa da yararlı. ben kullandım, siz de kullanın.

bu cümle faslı bittikten sonra parti elbette normal akışına döndü. volkan ve arzuyla geniş açı partisi planlandı, efendime söliim, ekinle insanlar neden evlenir konusu tartışıldı, çağrıyla iş hayatının iğrençliğinden ve çizilmesi gereken sınırlardan dem vuruldu.

hatta gecenin başında tanımadığım ecnebi bir şahıs gelip bana şöyle buyurdu " do you speak english?" yes dedim haliyle. o da bana "ı like your outfit" dedi. neyse sonra bunun benim mürebbiye kostümüm olduğundan ve ayakkabılarımın da zaten mürebbiye ayakkabıları olduğundan -yuvarlakımsı burun, alçakgönüllü, evkızı topukları, etek gömlek ve içinden gömlek yakası çıkan kazak, bi turuncu çoraplar biraz kokoş kaçıyor mürebbiyeliğe- bahsettik. muhabbetin sonlarına doğru episodic ve semantic memory ayrımından bahsediyordum. e-maili aldı ve ben de "feel free to send e-mails" gibi şahane bi cümle kurarak geceyi noktaladım.

açıklama

şimdi bir takım dış ülkelerde yaşayan pek sevgili insanlar kıvır saç 1937 fotoğrafımın ardından saçlarım hep kıvır kalacak sanmışlar, ama heyhat öyle bir durum yok bu kıvırlar ilk yıkamada hakkın rahmetine kavuştular. hala eskisi gibi düz ve bildiğim.

bi de sonunda birileri bana yorum yaptı. sezgihan'a buradan teşekkürlerimi yolluyorum ben. yazı hakkındaki yorumların için teşekküler.

Pazar, Kasım 19, 2006

geniş açı

yazı hayatına başladığım, bana birçok şey öğreten, sonradan girdiğim işlere girmemde katkısı olan, sonradan girdiğim işlerde başarılı olmamda katkısı olan, yazılarımın başka basılı yayın organlarında haber olmasını sağlayan, ilk kez bir yazımın alınıp başka birinin imzasıyla başka bir yerde basıldığını gördüğüm yer olan, benim yazınsal ve fotoğraf anlamında bugün olduğum yerde olmamda katkısı çok büyük olan insanlarda tanışmamı sağlayan, bir zamanlar hayatımın en büyük kısmını oluşturan, deniz'le uykusuz geceler ve sansasyonel fotoğraf haberleri uydurduğumuz çalışma saatlerimizin muattabbı olan ve her zaman bir parçası olmaktan gurur duyduğum Türkiye'nin en iyi fotoğraf sanatı dergisi Geniş Açı, 10 yılın ardından 50. sayısıyla yayın hayatına veda ediyor.

Tuhaf hissediyorum kendimi, keşke hiç bitmeseydi, keşke derginin ilk zamanlarındaki naif ve hevesli kalabilseydi her şey, hem biz hem de dergi.

lütfen alın Geniş Açı'nın son sayısını. Fotoğraf adına bir şeyler yapmaya çalışmış bir derginin vakur ve hüzünlü sonlanışını görmek için.

Yazarlarının gözünden Geniş Açı diye bir bölüm var dergide, orada anlatıyorum zaten hislerimi, diğerleri de öyle. alın ve görün bu sonlanışın bir avuç insana ne kadar çok ifade ettiğini görmek için.

rot'un spor güncesi

Efenim, bugün yaklaşık 3,5 haftadan sonra spor salonlarındaki kariyerime geri döndüm. uzun süreli ve eğitmenimin bana kesinlikle acımadığı bir çalışmaydı. Her şeyi tam set yaptım, 30 tane yarım mekik bile çektim ki bu kadar fazla hareketi bir hafta her gün gittiğim başlangıç döneminde bile yapmamıştım. Sonuç olarak şu an her yerim ağrıyor ve yarın sabah nasıl kalkacağım konusunda derin korkularım var.

Ancak bu postu yazma amacım sizlerle ağrılarımı paylaşmak değil. Duyun beni sevgili okurlar, ben ayrımcılık yapan bir spor salonu istiyorum. Hayalimdeki spor salonunda benim gibi hiç bir aleti doğru düzgün kullanamayan ve daha alete oturmaya çalışırken bile düşme tehlikesi geçirenlerin hepsi bir arada; ceylan gibi aletten alete seken, benim daha nasıl yapılacağını bile kavrayamadığım hareketleri üçer dörder set yapanlar ise bir arada. bu gün bacak aletlerine tırmanmaya çalışırken kızın biri eğik bir platformun yanına tutturulmuş silindirlere ayaklarını takmış, kalçasına kadar gelen platforma yaslanmış bir şekilde vücudunun üstünde hiç bir destek olmadan yandan mekiğe benzeyen bir şey yapıyordu. ben onu hayretler içinde izlerken bunun benim gibi zavallıların akıllarını başlarından almak için yeterli olmadığına karar vermiş olmalı ki, bi de gitti iki eline halter alıp hareketi öyle yapmaya başladı. çok zayıf değildi, çok atletik görünmüyordu ama yapıyordu işte. benim gibi oflayıp poflayarak ve onun su içiyormuş gibi kolaylıkla yaptığı hareketleri kıpkırmızı kesilip terden sucuk gibi olarak yapanları utanç ve haset karışımı bir hisle başbaşa bırakıyor ve bir aletten öbürüne benim evde bir yataktan öbürüne serilişimdeki pervasızlıkla geçiveriyordu.

zaten benim her yerim bıngıldayarak yaptığım hareketleri yalnızla güzelliklerini korumak için yapan incecik kızlardan yeterince çekiyorum sevgili okur, bir de bu yeni tür beni çileden çıkardı. ayrımcılık yapan spor salonu arıyorum, beni kendi beceriksiz ve her yeri sallanan türümle başbaşa bıraksın, kendimi yeterli hissedince üst salona geçerim ben.

hahayt

bir pazar akşamının sıkıntı dolu geçmesini bir kez daha nilimle engelliyoruz. ikimizin de işi var ve herkes bilir ki işler pazar akşamları çekilmez olur. çünkü pazar akşamları devrilip yatmanın ve sürekli can sıkıntısından ve yapıcak bir şey olmadığından şikayet etmenin günleridir. hal böyleyken bir de gerçekten işiniz varsa bu hem pazar akşamı rutinini bozan bir çapanoğlu hem de pazartesi zaten çalışacakken çalışmanızı gerektirecek bir şey olduğu için çok sevimsizdir. e bi de zaten pazar akşamı yani... neyse biz de bu çifte bela, çifte ruh daralmasını durumunu çifte çalışmayla egale etmeye karar verdik. eskiden beraber finallere çalıştığımız gibi yine beraber çalışıyoruz ve yine o zaman ki gibi bambaşka şeyler yapıyoruz. ben motor kontrol çevirisi yapıyorum, o yönetmen yazısı yazıyor. bazı şeylerin değiştikleri halde hiç değişmemelerini çok seviyorum. nili daha da çok. neyse efendim, nilim kahve yapıyor ben çene çalıyorum burda, gidip yardım edeyim arkadaşıma.

Perşembe, Kasım 16, 2006

arnica essentiel

2 hafta önce cuma günü bendeniz maltepe carrefour'dayken şahane bir el kremiyle tanıştım. hava çok soğuktu. önce akm'nin önünde dolmuş beklerken çok sevdiğim şeffaf kokoş şemsiyen ters dönüp kırılmıştı. sonra o yağmurda ve soğukta hiç bilmediğim bir yer olan bostancı sahilindeki pinhan kafeyi bulmaya çalışmıştım. orayı bulup geçirdiğim bir kaç dakikanın ardından vildan abla - sevdiceğimin ablası olur kendisi, gelmişti ve 1-2 dakikalık kısa bir gerginlikten sonra - ne de olsa ilk yalnız buluşma- yaklaşık 3-4 saat orada koyu bir sohbete dalmıştık, kahveler kahveleri, çaylar çayları kovalamıştı. saatin 2 olduğunu fark ettiğimizde bu soğuk hava da bir ancak alışveriş merkezi paklar diyerek maltepe carrefour'a doğru yola çıktık. arabayı kapıya yakın bir yerlere park ettik ve montları arabanın bagajına yığarak içeri girdik. yürüyen bir yokuşu tırmandık ve alışveriş ormanının derinlikleri doğru yürümeye başladı. İşte tam o anda sol tarafımda bir Yves Rocher dükkanı gördüm. Yiğidimin pek sevdiği ancak 2 ay kadar önce kaybettiğim ve bir türlü yenisi alamadığım Les plaisirs nature - fraise baume nourrisant, nefis çilekli, hafifçe renk veren dudak nemlendiricisini almak üzere içeri girdim. Çilekli şekeri aldım ancak, vildan abla bana hediye olarak almak istediği içi n parasını veremedim. tam hayır ben vereyim lütfen çekişmesi yaşarken aklıma yves rocher kartım geldi. mağlubiyeti kabul edip kart bilgilerimi söylerkense, bugünlük bu kadar beleşçilik yetmez diyerek biriken puanlarımla alabileceğim bir şey var mı diye sordum. kadının cevabı hayatımı sonsuza kadar değiştirdi. "Evet" dedi başını sallayarak, "bunlardan alabilirsiniz" gösterdiği cam bir fanusun içine konulmuş tüpümsü şekilli el kremleriydi. önce burun kıvırdım ama içimdeki beleşçinin sesi susturulacak gibi olmadığı için kadının kapağını açtığı tüpü koklamak zorunda kaldım. İyi ki de kalmışım sayın izleyiciler. buram buram bir ıhlamur kokusu el kremi tüpünden yayılıyor ve beni yıllar öncesine, yayamın evine götürüyordu. o an ona sahip olmam gerektiğini anladım. daha fazla düşünmeye gerek yoktu, benim olmalıydı. "istiyorum" dedim. şimdi size bu postu yazarken sevgili okurlarım aralarda durup elime arnica essentiel 2en1 beauté & jeunesse sürüyorum. ıhlamur kokan parmaklarımla sizi de bu rüyayı yaşamaya çağırıyorum. alın, aldırın, sevin sevdirin.

Çarşamba, Kasım 15, 2006

pıff

iyi bir kitapta sinir olduğum iki şey var: sonunda bitecek ve bir daha asla "ilk defa" okunamayacak olması

Salı, Kasım 14, 2006

1701

evet sayın okurlarım. birlikte 1700 postu geride bırakmış bulunuyoruz. acı tatlı pek çok anımı, sinir krizlerimi ve midemdeki kelebekleri sizlerle paylaştığım blog yolculuğumun bu mihenk taşında da yine bir paylaşım olayına girmek bu güzide postu bir takım hislerle bezemek niyetindeyim.

hastayım. çok fena grip oldum. her bir yerlerim ağrıyor. burnum akıyor durmaksızın. böyle şıp şıp sular damlıyor.

evet bir paylaşım da gerçekleştirdiğimize göre 1701. postumu burada noktalıyor ve büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öpüyorum.

Cuma, Kasım 10, 2006

sene 1937

 Posted by Picasa

Pazartesi, Kasım 06, 2006

mızıldanma

sanırım kötü şeyler yeniden başımıza gelmeye tam da onları beklemekten vazgeçtiğimiz ama içten içe bir korkuyla "ulaaannn yoksa?" dediğimiz anda karar veriyorlar. huzuru en yoğun hissetiğimiz, allahım nolur bozma mutluluğumu dediğimiz anda. sürekli üst üste geldikleri anda da benzer bir çizgi izliyorlar aslında. " daha kötüsü olamaz artık, daha fazlası olamaz artık" dediğimiz bir anlık küçük bir umut parçasıyla dolduğumuz, bir an için gardımızı düşürdüğümüzde hhoop yeni bir tanesi geliveriyor. sürekli beklemek mi gerekli, acı çekmemek için mutsuz olmayı sürekli hale mi getirmek gerekli? bunu bu noktadan sonra kabul etmeyi red ediyorum! bir zamanlar hayat felsefem haline gelmiş, bir zamanlar bir şekilde yaşamaya devam etmemi sağlamış bu düşünceyi red ediyorum! kabul etmiyorum. bu nasıl bir şans, bu nasıl bir hayat örgüsü bilmiyorum ama devam etmeyi red ediyorum. kolay bir hayatım olmadı, pek çoklarınınki benimkinden kat kat zordu, kabul. ama benimki de kolay değildi. şimdi tam huzura erdiğim, gündelik sorunların kıymetini anladığım ve aksiliklerimi sevebileceğimi düşündüğüm bir dönemde ölümcül ve temel sorunların yeniden başlama ihtimalini kınıyorum! senelerce yaşandı bunlar. konuşmaktan, sözcüklerin çekilebileceği yerlerden korkuldu, evden kaçılıp sokaklarda sürtüldü. ve artık bitti demişken, düzeliyor demişken, bundan sonra rahatlarız demişken hiç bir şeyin bitmemiş olma ihtimalini, bütün bu sessizliğin huzurun ve rahatlığın kısa bir aradan ibaret olması ihtimali red ediyorum! şiş gözleri, ağlamaktan kısılan sesleri ve sinir krizlerini red ediyorum! istemiyorum artık. yoruldum hiç bir işe yaramamaktan, hiç bir şeyi değiştirememekten, kimsenin hayatında fark yaratamamaktan, anlamsız bir figür olmaktan yoruldum. belki ablam yaşasaydı ve ben doğmasaydım her şey farklı olurdu. kim görmüş ki yedek oyuncunun aslından daha iyi oynadığını? ama bu düşünceye inanmayı da red ediyorum! varlığımın bir anlamı olmalı. bir şeylere yaramalıyım. fark yaratabileceğim bir hayat olmalı. bir anlamı olmalı.

Cumartesi, Kasım 04, 2006

deneme bir ki üç

yeni bir blogumuz var sayın okurlar. şimdilik deniz ben volkan yazıyoruz. biraz daha genişlemek ama abartmamak niyetindeyiz. her hafta sözlüten rastgele 3 kelime seçip, onlar üzerinde serbest çağrışımlar bir şeyler yazmak niyetimiz. bu haftanın kelimeleri, Fransızca, zıt ve seanstı. hepimiz ekledik yazılarımızı. yanda linki olacak. az sonra. bekleriz efenim.

Perşembe, Kasım 02, 2006

sözlükten bir kuple

bunu sözlükte yazdım ama çok eğlendim, bu nedenle sizinle de paylaşmak istiyorum:

birbirinden çok farklı türleri olan ve akıl sır erdiremediğim bir tatlı çeşidi. şöyle ki:sık tüketilien bir takım helva çeşitlerine bir göz atalım. irmik helvası adı üstünd irmikten yapılan içine çam fıstığı (şam değil çam) konan böyle bakır rengi minicik tanelerden oluşan bir helva. hemen gözümüzün önünde canlandıralım. evet tamam. şimdi ikinci helvamız olan un helvasına geçelim. o da adı üstünde undan yapılıyor. un helvası irmik helvasına göre çok yağlı, yapılışına göre bejden koyu kahverengine doğru uzanan bir renk skalasına sahip, öyle irmik helvası gibi oraya buraya dağılmayan, kaşıkla değilde elinizle hop hop yiyebileceğiniz böyle köftemsi bir formatta bir helva. gözümüzün önünde canlandıralım. canlandırdık mı? evet. sıra üçüncü helvamızda tahin helvası. tahin helvası da tahin ağırlıklı bir helva. diğer iki helvadan çok daha katı. bıçakla kesilen, kimi zaman kesilirken dağılıveren böyle ağızda biraz gıcırdayan bir helva. böle açık kahverengimsi bir rengi var. şekli dikdörtgen. hep beraber hafızamızdan görüntüsünü bulup getirelim... tamam. son helvamız kağıt helva. adı üstünde olmasına rağmen kağıttan yapılmayan bu helva gofretimsi bir dış yüzey ve içinde annemin çöven adını verdiği bir maddeden oluşuyor. sert görünümlü ama kırılgan, biraz da yapışkan olan bu helvamız kesip biçmeden ısırılarak yeniliyor. şekli yuvarlak ve ççook açık bej renginde. son iki helvaya ilk iki helvanın aksine kutsal anlamlar bahşedilmiyor. evet kağıt helvayı da gözümün önünde bir firzbi misali salındıralım. tamamşimdi asıl meseleye geliyorum. hepimiz okuduk, gözümüzde canlandırdık. içlerinde şeker ve yağ olması dışında hiç bir ortak noktası olmayan bu 4 tatlı ve lezzetli şeyin hepsine neden helva deniyor? neden? hiç bir şeyleri benzemiyor birbirine. alakasız pek çok helva çeşidini saymıyorum bile. hadi kutsallar ondan desek, son iki kutsal değil. renkleri şekilleri, tatları, dokuları hiç bir şeyleri ortak değil. yağ ve şekerse mesele, mesela elmalı keke neden elmalı helva demiyoruz? neden? bütün bu helvalar neden helva? bu çeşitliliğin sonu nereye varacak? helvalar helvalıklarını nereden anlayacak?

saygılar sunuyor, bol helvalı günler diliyorum.

liste

arkadaşlar acilen almak zorunda olduğum ama alacak parayı hiç biryerden bulamadığım bir takım şeyleri sizinle paylaşıyorum. bir kısmını bana hediye etmek isterseniz hayır demem, size saygı ve sevgi beslerim aksine. İşte listem:
1. diyet programı - hemn sonuç alınacak, programcı bize yakın bir yerlerde olacak.
2. pilates dersi - spor salonu ders başı paraya karar verecek abartmayacak.
3. rimel - lancome hypnose istiyorum evet.
4. göz kalemi - lancome kohl istiyorum bunu da ama sahte olmayanından
5. göz altı kremi - biotherm. gözaltlarım yamuk yumuk çok mutsuzum.
6. yüz yıkama jeli - gerçi o dandirik sabun fena diil ama kırışıcam diye korkuyorum.
7. peel-of maske - sivilceli bir insan oldum ben siz görmeyeli peeling kullanamıyorum artık.
8. vücut nemlendiricisi - yıllar önce görgünle akmerkez body shoptan aldığımız muhteşem papaya bitti. aynı muhteşemlikte bi nemlendirici istiyorum.
9. manikür-pedikür - burada para ve zaman benzer zorluklar zira ayten abla ikisini ancak 3 saatte yapabiliyor.
10. masaj - her yerim katır kutur ötüyor sayın okurlar.
11. kahverengi orta topuklu ayakkabı - şöyle gündelik bir şey, kahverengi ve turuncuların altına giymek için piti piti
12. pantolonlar - bu madde 1. maddenin gerçekleşmesine bağlı daha çok. zayıflamadan pantolon alışverişine çıkacak kadar kafayı yemedim henüz.
13. accessorizedaki yeşil çanta - sezon başladığından beri kesiyorum çantayı ben para denkleştiremeden biterse çok ağlıycam.
14. anabala pasajındaki yeşil geniş yakalı ceket - ah salak kafam öbür ceketi gaza gelip almasaydım şu an benim olabilirdi.
15. bilgisayar hoparlörü - şu ankiler gibi sürekli vınlamasalar yeter
16. daha iyi bir webcam - artık 400 yıl öncesinden günümüze mesaj gönderiyormuş gibi görünmekten sıkıldım
17. daha iyi bir cep telefonu - ne ben telefonun çaldığını duyuyorum, ne insanları ne onlar beni. çağrı cihazı gibi çalışıyor meret.
18. bir sürü kitap - nereme sokup ne zaman okuycaksam.

işte böyle şu an kaba bi hesapla yaklaşık 3 milyara ihtiyacım var. bana sponsor olmak isteyen varsa buyursun burdan yaksın.

Çarşamba, Kasım 01, 2006

dün

Dün yine size taksimden bildirmek amacıyla laptopumu kaptım, fotoğraf makinemi kuşandım ve yollara vurdum kendimi. ancak kablosuz ağ bana ihanet etti ve saatlerde uğraşmama rağmen internete bağlanamadım, ancak fotoğraflar çekmeyi başardım. ancak blogger sağolsun bu fotoğrafları sizlere göstermek üzere buraya yüklemeyei başaramadım.
neyse.
dün taksimde hava felaketti. eteğim yaklaşık 46 kere kafama geçti ancak herkes can havliyle oraya buraya kaçıştığuı için kimse bi halt görmedi. dün seneler sonra denizle gündüz vakti taksim meydanında buluştuk. sonra beraber elifin okuluna gittik. kahve içtik geyik yaptık. sonra bi de bu gün üstüne gene gündüz vakti bize geldi deniz. geniş açı zamanlarındaki gibi beraber çalıştık. çeviri yaptık beraber. sonra okula gittik. ben hocayla buluştum. sonra çıkışta orta kantinde denizi buldum. kahve içtik, bebeğe yürüdük. her şey çok aynıydı. elimizdeki laptop ve deniz şirkete ödetebildiği için okula taksiyle gidip gelmemiz hariç tabii.
. . .

Powered by Blogger