Cuma, Eylül 29, 2006

Çarşamba gecesi volkanımla beraber Bug/Böcek isimli bir oyunu izlemeye gittik. Sevdiceğimin trt2de tanıtımını izlemesi üzerine coşması ve bizim de tatile giren devlet ve şehir tiyatroları yüzünden tiyatro açlığımızın başımıza vurması sonucunda 20 milyon bayılıp pıtır pıtır mısır apartmanının 4. katındaki tiyatro dot da yerlerimizi aldık. geçenlerde starbucksta karşılaştığımı yazdığım ve hasta olduğumu buradan bütün dünyaya ibraz ettiğim çok şahane ve müstesna insan murat daltaban oyunun yönetmenliğini üstlenmiş. Oyuncu kadrosu ise Tülay Günal, Alper Kul, Serhat Kılıç, Selen Uçer ve Gökçer Genç'den oluşuyor. Oyun başlasın diye beklerken gördüğümüz Murat Daltaban'a volkanla ben sürekli "seni çok seviyoruz", "çok şahanesin", " hayranız sana" demek istedik bir kısmını da kısık sesle söyledik. oyuncu olarak hastasıydık zaten kendisinin ancak yönettiği oyunu izleyince bu hastalık aldı başını gitti.

oyun çok çok çok çok iyiydi. ilk yarıda kendimi sıradan bir amerikan dramı izleyeceğime inandırmıştım. hapisten çıkan şiddet eğilimli eski eş, uyuşturucu bağımlısı çocuğunu kaybetmiş anne, annenin lezbiyen arkadaşı ve bu arkadaş sayesinde hayatına giren belli ki sorunlu ama iyi niyetli genç delikanlı. bu göreceli olarak tanıdık senaryo iyi oyuncular ve güzel bir dekor sayesinde hoş bir seyirlikti. seyirciler oyuncuların dibinde oturdukları için volkanın deyimiyle kimse -mış gibi yapamıyordu. çat çut birbirlerine girdikleri sahnelerde sırtımın iyice gerildiğini farkettim. sonra araya çıktık ve ikinci yarıyı izlemek üzere yerlerimizi aldık. ve işte oyunun ikinci yarısı başladığı anda her şey değişti sayın okur! bu nasıl bir tempo, bu ne şahane oyunculuk, bu nasıl bir yönetmenliktir? oyun bizi bir saniye bile avcundan bırakmadı. bazı sahneleri nefesimi tutarak izledim. bakamdığım sahneler bile oldu. agnes ve peter karakterlerine oyuncular o kadar o kadar bürünmüşlerdi ki, o kadar gerçekti ki, yani anlatamam size mutlaka izlemeniz lazım. oyun bittikten sonra bir süre kendimize gelemedik. "bir duralım biz en iyisi biraz" diyerek bi süre sustuk. konuşmaya başladığımızdan beri de herkese ne kadar şahane bir oyun olduğunu anlatıp duruyoruz.

Dediğim gibi mutlaka izlenmeli o yüzden işte buyrun:
biletixde biletler öğrenci 24 tam 34.
tiyatro dot'dan mail order yöntemiyle alırsanız öğrenci 20 tam 30.
tiyatro dot un web adresi http://www.go-dot.org/ oyun ekim sonuna kadar çarşamba-perşembe-cuma-cumartesi saat 20.30 da izlenebilir.

Çarşamba, Eylül 27, 2006

çok çok yazasım vardı bu gün ama o kadar çok uykum var ki. yarına kadar beklemelisin sayın okur. yarın sana uzun zamandır gördüğüm en iyi oyun olan böcekten. görgünün ne şahane bir insan olduğunda, burgaz adadan ve tavşanlı makaslardan bahsedeceğim.
inanılmaz ama kısa bir süre de olsa verimli çalışmayı başardım. emeği geçen herkese teşekkürü bir borç bilirim.

Salı, Eylül 26, 2006

dün volkanla saatlerce konuştuktan sonra tezle ilgili neden bu kadar zorlandığıma dair daha fazla bilgi sahibiyim. tez konumu uzun süre kafamda geliştirip ne yapacağımdan emin olduktan sonra yaklaşık 3 dakika içinde başka bir tez konusuyla başbaşa kalmış olmam büyük etken sanırım. tez konusu tepeden hop diye geldiği ve düşünme aşaması sekteye uğradığı için kafamda bir türlü tam olarak oturtamıyorum hiç bir şeyi. kafamdakiler oturmadığı için de sürekli bir yetkin olmama hissi hakim. bu durumda biraz zaman kaybetmeyi göze alarak her şeyi baştan tekrarlamaya karar verdim. bakalım nolucak.
uzun bir konuşmanın ve uykusuz bir gecenin ardından geldiğim nokta bu. nolur bilmiyorum ama rahat bir uyku uyuyabileceğimi umuyorum bu gece.
bugün kendime iki film birden kuşağı yaptım. landlord ve alice doesn't live here anymore u seyrettim. aslında başka planlarm vardı. makale okumak gibi. teyzeme gitmiycem bi daha. orası da çalışılabilirliğini kaybetti sanırım. neyse. şöyle bir tesbitte bulundum.
filmlerde hiç sinek yok. eğer sineğin filmde bir rolü yoksa, ne biliim insanlara saldırmıyorlarsa ya da insanlar sineklere dönüşmüyorsa ya da eğer dekor amaçlı değillerse, indiana jones tarzı filmlerdeki gibi misal, filmlerde sinek yok. böyle pencelere açık yaz vakti sıcak insanlar büyülk büyük laflar ediyorlar, ama ortada bi tane sinek yok. e nerde kaldı sizin inandırıcılığınız? bu gün alice de bir sahnede bir kara sinek görünüp kayboldu. çok güzeldi bence.

Cuma, Eylül 22, 2006

elifle çılgın planlar yaptık salı günü. çalar saat almamın ardından çalışmaya benden bağımsız sebepler yüzünden başlayamamış olmam çok canımı sıkıyordu. elifle uzun uzun konuştuk ve belli başlı çıkarımlara vardık:
1. zamanında kendimizi hırpalamamız bu gün bize bir keyfe düşkünlük olarak geri dönüyor. (lise sondan beri öyle ya da böyle bir şekilde çalışıyoruz- çalışkan öğrencilerdik- hep aynı anda 45 şeye yetişmeye çalışıyorduk. şimdi patladı tabi yaymak istiyoruz sürekli)

2. böyle uyuşuk ve tembel olmaya o kadar alıştık ki, başka türlü olduğumuz zamanları hatırlamıyoruz. varoluşumuz hep böyle süregelmiş gibi geliyor. bu da değişimi zorlaştırıyor.

3. bir yapamama hissi haiz üstümüzde nedensiz.

4. bütün bunlardan çok sıkıldık artık böyle olmak istemiyoruz.

yani eskiden ne kadar cevval olduğumuzu hatırladık. bu da beraberinde "neden şimdi de cevval olmayalım" sorusunu getirdi. beraberce cevvalleşme çalışmalarına başlıyoruz. hem de ertelemeden. en büyük derdimiz her şeyi ertelemek zaten. o gün itibariyle kararımızı uygulamaya başladık.

bir de elifin söylediği "gün 24 saat, 8 saat uyu, 8 saat çalış, 8 saat eğlen" mottosunu yerine getirmeye çalışacağız. şu aşamada çok başarılı olduğum söylenemez benim. daha çok "8 saat uyu 8 saat eğlen 4 saat sallan, 2 saat ev işi yap 2 saat çalışmaya çabala" gibi bir dağılım var. ama çalışmaya çabalıyor olmam bile üzerimdeki ölü toprağını atmaya çalıştığımı gösteriyor sanırım.

uf ama bi de o kadar yerleşmişki bazı hisler ve kalıplar, savaşması çok zor. şu yetersizlik hissinden bi kurtulsam daha ne isterim.
ve tuuuçe hanımda aramıza katıldı. saygı ve seygiyle selamlıyorum.
bloglines ve yeşil vadi diye bi yerlerde birileri beni takip listelerine eklemişler. çok merak ediyorum. çok çok çok merak ediyorum kimler. lütfen bakın orda comment bölümü var ordan hani bana iki şeetseniz nası olur diorum hı?
dün çok çılgın bir gündü. sabah kalktım. deli gibi dolu ve yağmur yağarken okula gittim. tekcanla konuştum. kafamda tam oturmadı gene işler ama göreceli olarak daha iyi durumdayım. volkanla buluşup öğle yemeği yedim. sonra gittim ultrason çektirdim. ultrasonun temiz çıktı, ateş ve hastalık beynimde kalıcı hasar bıraktı mı bilmiyorum ama böbreklerim sağlam. sonra gittim tahlil yaptırmaya gittim. sonra eve geldim tas kebabı yaptım. sonra süslendim süslendim volkanla buluştum. sonra beraber yemek yedik, sinemaya gittik. my super ex girlfriend di seyrettik. atıştırma modundaydık zira. ama tabi benim "işte siz erkekler böylesiniz, süper kahraman olsak da tatmin olmuyosunuz, iş yerindeki sarışın ve parmağınızı yalayan karılara bakıyorsunuz" diye çıldırmam biraz abartı görünse de değildi. böyle şekerim. bu erkeklere yaranılmaz. benim sevgilim şahane o ayrı. neyse sonra gittik dart oynadık 5 oyun. crickette kendimi iyice geliştirdim. dün 3-2 yenildim volkana ama hem sadece 4 sayıyla hem de artık yirmiye atabiliyorum. sonra geldim. go go go diye bi oyun oynadım. gece geç yattım. yani böle zıpzıpzıp bi gündü sayın okuyucularım.
esen kalın.

Perşembe, Eylül 21, 2006

2. blog dalgası bütün hızıyla sürüyor sayın seyirciler. volkan bey ve görgün hanımın ataklarının ardından anıl bey ve esra hanımda blog camiasına adım attılar. yeni blogcularımızdan öncüleri gibi güzel bir performans ve saygılı bloglar bekliyoruz. ahanda vericem linklerini de şimdi.

Çarşamba, Eylül 20, 2006

bu gün pariste son tangoyu seyrettim. marlon brandonun hastasıyım. ama o kadın neydi öle sorarım size? o saçlar ne o kuzu gibi bakışlar ne? nesin sen kardeşim? terbiyesiz! vücudun güsel die hayret bişe!
ama o tereyağı sahnesi erkeklerden soğutur.

bi de sevmiyorum böyle biten filmleri ben. kampanya başlatıcam. filmler böyle bitmesin, kitaplar muğlak sonlanmasın.
hahah nanik nanik!
bi an geçen defakiler gibi yaptım, yazdım yazdım bi daha yazmıycam sandınız dimi?
belki de sanmamışınızdır bilmiyorum. blog yazmaya verdiğim uzun aradan sonra bu sayfanın eski takipçilerinden kimler kaldı, kalan var mı, ya da bu sayfa hala takipçi oluşturabilecek ilginçlikte mi bilmiyorum.

o zamanlar az blog vardı tabi sene teeeee kaç yani ben blog yazmaya başlayalı. bi de o dönem böle bi depresyon çiçeği olarak açıyordum buralarda. e malum depresyon alıcısı daha bol. ya da belki diildir. öle midir acaba? bilmiyorum sanursam galuba belküm - 7 numara diye bi dizi vardı, belki de 9 numaraydı çok hatırlamıyorum. orda kel kafalı dahi bi genç - yaklaşık 35 yaşlarında - abi vardı. bu abi ytü de asistandı sanıyorum. armağana aşıktı. armağan da kızların böle en derli toplu edepli aman da her derdin devası sendedir armağancım sorunuma bir çözüm, derdime bir çaareeeee si olanıydı. iki tane daha kız vardı. sonra onlardan birinin sevgilisi bizim liseden cenk oynamıştı. o cenk de lisedeyken çok hoş çocuktu. bunlar böyle cenk, can, engin tiyatro grubunun üç silahşörleriydiler. can sonra reklam okudu sonra nooldu bilmiyorum. engin hepileri kampüsistanda efendime söliim o şimdi asker gibi bi dizide, tarık akanın da oynadığı gülüm benim die bi filmde falan da oynadı, kenter tiyatrosunda galba şimdi, kenter tiyatrosu da dibimizde ama gitmedim hiç nedense, neyse cenk işte bu dizide vardı bi kaç böyle erkek arkadaş rolü daha oynadı. ama ben son gördüğümde - televizyonda tabi bayaa şişmanlamıştı şimdi nası bilemem. engin galiba bi de o yakışıklı okan yalabık ın arkadaşı ki bi dönem hastasıydım kendisinin.

ama artık yalnızca volkana hasta oluyorum bi de üst üriner sistemimi üşütüyorum.

Salı, Eylül 12, 2006

çocukluğumdan beri kutulara düşkünlüğüm var. kutulara ve kremlere. kremler çok başka bir konu aslında. şimdilik kutular üzerinde durmak daha mantıklı gibi. evet. çocukluğumdan beri kutuları çok seviyorum. ayakkabı kutularını hiç bir zaman gönül rahatlığıyla atamadım misal. cam, palstik, porselen, seramik her çeşit kutunun hastasıyım ama karton kutuları daha çok seviyorum. şu anda odamda bi saniye sayayım, evet saydım tam 18 tane karton kutu var. diğer maddelerden yapılmış olanlarla irili ufaklı neredeyse 40 kadar kutuyu kutu kadar odama sığdırmış bulunuyorum.

bu kutu meraki sanıyorum ki ilkokulda kibrit kutularından el işi kağıdıyla kaplamak suretiyle ev yapmama dayanıyor. renkli kağıtlarla bezeleri kat kat minik kutu ve o kutulara koyabileceğim şeylerin hayali beni o kadar çok büyüledi ki, bir daha iflah olmadım.

ama şimdi bi dakka düşündüm de, biraz daha öncesi var bu işin. biz sabaş sokaktaki evimizdeyken - ben 4-5 yaşında olmalıyım - sürekli oynadığım metal, ağır, bronz renginde bir kutum vardı. sigaralık gibi bir şeydi, hani evlerde salonda misafir sigarası koymak ,için kullanılanlardan. abimin eski bir beslenme çantasını bana vermişti annem oynamam için. ben nereye gitsem o kutuyu çantanın içine koyup yanımda götürüyordum. her kapatıp açtığımda içinde başka bir büyülü oyuncak ya da onun gibi bir şey olacak sanıyordum.

durum şu anda bundan farklı değil. bir sürü ıvır zıvırı sürekli kutulayarak kaldırıyorum. fotoğraflar, palyaçolar, anılar - yarım bir 0.5 uç fuattan, düğme candan, paso başardan, kalem çöpü ipekten -, mektuplar, boyalar... binbir türlü şey binbir türlü kutuda.
arasıra odamı toplama bahanesiyle kutuları açıp içinde bir zamanlar değersizleştiği için kaldırılmış ama an itibariyle değerlenen ya da o zamanlar çok değerli olduğu için saklanmış ama artık anlamsızlaşan şeyler buluyorum.

bu post'u çocukluğun sevgili oyunlarından birinin şarkısıyla bitirmek istiyorum sayın okur evet.

kutuu kutuu penseeee elmamı yenseeeee, arkadaşım burcuuu, arkasını dönseeeee

Pazartesi, Eylül 11, 2006

bu günlerde çok fosforluyum. fosfor fosfor akıyor üstümden sıkıntım. sonra sinirim. sonra durup durup fosforlu fosforlu dansediyorum. fosfor kanıma mı karıştı nedir bilmiyorum. her tavrımda, halimde edamda bir fosfor aldı başını gidiyor. bu günde fosforlu iyiydim mesela. sabahki fosforlu gudubetliğimin üzerinden 5 dakika geçmeden tam bir balık burcu kadını olarak fosforlu bir neşeye gark oldum. çalar saatin ve şahane kasketin etkisi olmadı mı bunda? oldu elbet ancak asıl mesele insanda fosforlu olma isteği uyandıran puslu ve hopçiki serpmeli yağmurlu bir gün yaşanmasıydı şehirde. fosforlu bir alım ve çalımla dolaştım cıvır cıvır cevahirin mıcır mıcır koridorlarında. starbucksta kahve içerken yanımda salkım hanımın tanelerinde sarı gelin türküsünü ermenice söyleyen şahane insanın da bulunduğu bir grup tiyatrocu oturdu. onların muhabbetlerine kulak kabartıp belediye tiyatrolarının geleceği hakkında fikir sahibi olmaya çalışırken, penguen okuyarak fosforlu bir şekilde kıkırdıyordum.

aslında çok şaşırmamak gerek fosforlu oluşuma. ne de olsa ben bir balığım. üstelik palamutun mevsimi de geldi.

sonunda başardım!

artık bir çalar saatim var. ve evet her şey düzelicek. aldığım yeni oda düzenleme malzemeleriyle odayoı ferahlattım. masayı aydınlattım. normalde sevdiğim ama bu aralar beni daraltan bir takım şeyleri kaldırdım.

çalar saatim çok şahanee! üstelik verdiğim paranın bir kısmı yardıma muhtaç çocuklara gidiyor.

Pazar, Eylül 10, 2006

herkesin aile ihtiyacı var. kalabalık ailelere olan bağlılığımız genlerimize işlemiş. ama bunun artık mümkün olmadığının da bilincindeyiz. aileler artık çok daha ufak, kalabalık olanlarsa oraya buraya dağılmış. şanslıysak 2 kardeşiz. şanslıysak yakınlarda bir yerlerde oturan sık görüşebildiğimiz akrabalarımız var.
şansızsak tam tersi elbette. üstelik görüşemedikçe akrabalık da zayıflıyor. ortak dil yok oluyor. kan bağından başka ortak noktası olmayan, birbirine anlatacak bir şeyi olmayan, olaylar karşısındaki tavırlara anlama veremeyen bir takım insanlar sürüsü haline geliyoruz.

ama bu şansızlığımıza rağmen şanslıysak, bir aile yaratmamıza imkan sağlayacak fırsatlar çıkıyor karşımıza. farklı kan bağları kuruyoruz aramızda. çocuklarımızın teyze amca diyebileceği insanlar katıyoruz hayatımıza.
çekirdek ailesi dışında akrabaları açısından şansı pek de çok olmayan bir insan olarak kendimi bu açıdan şanslı hissediyorum ben. kardeş-abla-teyze-amca gibi gördüğüm kan bağından daha kırmızı bağlarım olan insanlar var hayatımda. hastasıyım sanal ailemin.
içim sıkılıyo evdeki kalabalıktan. özellikle de yazı sabahtan akşama kadar evde tek başıma geçirdikten sonra. yani o zamanlar evde insan istiyodum ama ailemi istiyordum. annemi, babamı, abimi istiyordum. açılan kapıları hayatta kapatmayan, sürekli bağırarak konuşan, hiç bir şeye yardım etmedikleri gibi ortalığı daha da dağıtıp çöplerini toplamaya gerek görmeyen, insanın sessizlik hakkına saygı göstermeyen bir takım insanlar değil.
volkan ve görgünün blog camiasına atılmasıyla bundan bilmem kaç sene önce topluca bloglandığımızda olduğu gibi bir blog yazma şevki doldu içime. böle girip girip yazasım var. görgün yanda kendisi femme noire, volkan ise tabiki ben sevcem.
dün gene aradım ve gene saat bulamadım. :( çok talihsiz bir insanım ben.

Cumartesi, Eylül 09, 2006



bunlarda pek leziz. bunlara da razıyım.

Cuma, Eylül 08, 2006



bakın mesela bu çok şahane hastası olunacak bir saat. ancak şöyle bir sorunu var ki alarmı yok. yani o tepedeki çan zırlamıyor. aslında iyi ki zırlamıyor. zırlıyor olsaydı asla bir çalar saatte mutluluğu bulamaz, gördüğüm her saatte onu arardım.

şöyle de bir durum var: çocuklar için yaratıcılık seti serisinden biri de çalar saat içeriyor. özel kalemleri ve saati var. saati istediğiniz gibi boyayabiliyorsunuz. üstelik zırlıyor da.



bunlardan biri olabilir. özellikle kedi ya da domuzlu olan.
ah bi çalar saat alsam... her şey yoluna girecek.
dünden beri her yerde arıyorum. budun dakiler dandik çıktı. zırlamıyo bipliyolar. gerçek görünümlü sahte şeyler istemiyorum ben. sahte görünümlü sahtelerden alırım sahte bişey istesem. zırlayanları da var evet ama çok pahalı. bu gün tam istediğim gibi bi tane gördüm aslında. çok güzeldi. ama 35 milyondu. pahalı geldi. ama çok güzeldi. gümüş rengi ve pembeydi. üstelik edebiyle zırlıyodu. o kadar taktım ki bu saat meselesini sembol kafedeki fal seansından sonra nişantaşından eve kadar ne kadar saatçi ya da kırtasiye görsem girip saat sordum.
okullar açılıyo diye midir nedir, kimisi çalar saat kalmadı dedi, kimisi de çalar saat die bana dandik bipbipleyen vikvikleri gösterdi.
az sonra buraya ultimate çalar saatimin resmini koyacağım bulup. evet.
içimde derin bi sıkıntı var. saatlerce acıklı şarkılar dinleyerek solitaire oynamak istiyorum. neden bilmiyorum. çok yorucu bi haftaydı. günde 4 kere anneme iğne yapmak zorunda olmak da cabası. avşar gitti. ırmak gitti. yemek yapıp annemin etrafında pervane olmak suretiyle geçiyor gündüzlerim. yoruldum. sıkıldım. o da yoruldu ve sıkıldı. bi insan bi sene içersinde bu kadar fazla yerini kırarsa, 3 ay eve mahkum olursa, sıkılır tabi.
uf ama yani yapmam gereken bir sürü şey var ve günün sonunda hiç birine gücüm kalmıyor.

üstelik zaten konsantrasyon sorunu yaşarken yarım saatte bir gelen "burcuuuu" "dudiiiii" sesleri arasında odaklanmak pek kolay değil.
ayrıca
ayırmaya kalkanı terlikle döverim.
ayrıca volkan bu kalp seni unutur muuu derken bu dünyadaki en öpülesi surata sahip oluyor. bunu da blogseverlerle paylaşmak ve sevdiceği utandırmak istedim.
sahibinin sesi çok şahane bi yer. eskiden de çok severdim zaten ama, hayatımın bir dönemine damgasını vurmuş bulunan ve bir yaz boyunca evimden fala zaman geçirip bütün çalışanlarıyla muhabbet kurduğum exit in yerine açılmış olması daha da sevilesi bir yer yaptı orayı. volkanla iki farklı anı dünyası kesişmiş gibi. exitte görüşmemiz, benim fotoğrafını çekmem 6-7 sene öncesi. sahibinin sesinde oturmamız, bakışmamız, taksimdeki ilk gecemiz ise 15 ay öncesi.

ama işte başka anılar yaratılıyor durmadan. eski türkçe şarkılar, artık bu dünyada olmayan insanların seslerinden dökülüyor. o şarkıların her birinde binbir anım var benim üstelik. ağladığım, güldüğüm, homurdandığım, kızdığım şarkılar. ama şimdi yalnızca şarkıyı söyleyerek ve mutlu hissederek sevgilimin gözlerine baktığım şarkılar.

sahibinin sesi böyle bir yer işte benim için.

anılar var olmaya devam ediyor. ve anılar yaratılıyor.

Perşembe, Eylül 07, 2006

geçen sene sitemeter sayesinde linkini bulduğum, blogumun eski bir takipçisi, sabancı üniversitesinden mete beyin arkadaşı esra hanımın blog adresine ulaşmaya çalışıyorum. yardımcı olabilecek birileri var mı?

Çarşamba, Eylül 06, 2006

kendime çalar saat almak istiyorum.sanki kendime bi çalar saat alırsam, bütün programsızlığım ve çalışmama durumum sona ericekmiş gibi geliyor. ama sıradan bir çalar saat istemiyorum.budun design daki çalar saatlerden istiyorum. en şirin olanlardan. ama öle inek sesi falan çıkarsın istemiyorum. edebiyle çalar saat gibi çalsın istiyorum. çalar saat sesiyle uyanırsam herşey farklı olucak gibi geliyor. cep telefonunun uyandırma servisi işe yaramıyor. çalar saat olması lazım. o zaman uykum düzene girecek ve tez yazmaya başlayabileceğim. hatta zayuflamam bile çalar saat almama bağlı. çünkü çalar saat alırsam düzene giren uykum sayesinde 12 de yatıp 8 de kalkıcam, spora gidicem. gelip kahvaltı edicem, sonra tez çalışcam, sonra mola vericem, sonra tez çalışcam sona mola vericem, sona tez çalışcam.

ama şimdi çalar saatim yok o yüzden ne uykum düzene giriyor, ne tez yazabiliyorum, ne de zayıflayabiliyorum.
rüyamın ikinci bölümünde metrodan çıkmaya çalışıyordum. osmanbey çıkışından eve gidicekmişim. sağ dizim sakat olduğu için biricik sevgilim beni almaya aşağı inmiş. o ilk hani jetonların alındığı kat böyle kocamanmış, paristeki metro istasyonları gibi, içinde de bi tane gazete bayii varmış yeşil. deli gibi yağmur yağıyomuş. volkanı görüp böyle oh diorum. sona volkan bana dioki, hürriyet insan kaynaklarında yaprak hanımla el sıkışırken fotoğrafınız çıkmış. ben böle allah kahretmesin üf falan diorum, gidip gazete bayiinden hürriyet insan kaynakları gazetesi alıyoruz. gazetede fotoğrafı arıyorum ama bulamıyoruım. gazete böyle her sayfası başka başka hediyeler dolu, cep telefonlarını boyna asmak için binbir türlü şey var içinde. onlara sinir oluyorum. sona bi sayfada çeşit çeşit fırça var. onları çok seviyorum. sonra bulamıyoruz fotoğrafı sinir oluyorum ama allahtan bi sürü hediye çıktı diye de çok üzülmüyorum. bu arada çok ıslanıyoruz volkanla. merdivene binip yukarı çıkıyoruz.
bööle bitio. çok saçma bi rüyaydı aslında. ama yaprak hanımla fotoğraf kısmında kendimi çok yalaka hissettim. hem ne alaka şimdi yaprak hanım yani?
dün gece rüyamda dünyanın sonu gelmişti. herkes bu bilgiden haberdardı. bütün insanlar kendi bölgelerinde apartmanların arka kısımlarında bir yerde duruyorlardı. şöyleki: apartmanlar büyük dikdörtgenlerin kenarlarına dizilmiş gibilerdi ve arka tarafları ortak büyük bir avluya bakıyordu. herkes evinin balkonunda özel emniyet kemerli koltuklarda oturuyordu. aileler birarada olabiliyorlardı yalnızca, aile dışı bireyleri görmeye izin yoktu. bizim aile daha kalabalıktı, ben de zaten ben gibi görünmüyordum. orada oturduk emniyet kemerlerimizi bağladık ve bütün bir mahalle hep birlikte sonumuzun gelmesini beklemeye başladık.

çok salakmışız vesselam, dünyanın sonu gelio di mi? git seviş, koş, iç bişe yap yani.
. . .

Powered by Blogger