Perşembe, Eylül 30, 2010

hobidik

Pek sevgili ve hala orada olduklarını umduğum blog takipçilerim.
bu blog benim çok kahrımı çekti. öfkemi kustum, eğlendim, ağladım, ayrıldım, küstüm, tanıştım, aşık oldum, evlendim. Okula gittim, derslere gittim, başıma tuhaf işler geldi, mezun oldum, işe girdim, işten çıktım, okullu oldum yeniden, başka işlere girdim çıktım. büyüdüm, değiştim, başka bir rot oldum. kalbimde uzun zamandır görmediğim ve çok sevdiğim bir arkadaşın yerine yakın bir yeri var blogumun. ama artık başka insanlarla başka şeyler konuşuyorum ve bu yüzden onunla görüşmelerimizin arasına uzun süreler giriyor, konuşmalarımızda uzun sessizlikler oluyor. bir gün ihtiyacım olursa eğer burada olacak biliyorum, gene ona saatlerce içimi dökebileceğim. ama şimdilik başka bir yerde, başka şeyler söylemekteyim, beklerim:

http://cikicikibaba.blogspot.com

Pazartesi, Ocak 18, 2010

hop

özlemişim yahu, çok hem de!

Çarşamba, Şubat 18, 2009

pıhh pıhhh

deneme. başka bir yerlerde yazdığım bir takım bir şeylerinde burada bir yerlerde bulunması fikri bazı açılardan bakıldığında bir çok yönden hoş olacakmış gibi göründü birilerine. birilerinin kimliğini çok deşmeye gerek yok. bulunsun işte mis.

cüce

"Bence içlerinde en tuhafı Fransızca cücesi" dedi. "Hiç Almanca cücesine benzemiyor. Oysa yani dışardan bakınca ne kadar da benzemeleri lazım birbirlerine. Artikel desen ikisinde de var. Ha praeteritum ha imparfait yani o derece. Ama gel gör biri şen şakrak kaba saba içsin eğlensin onun derdinde, diğer kibarlıktan kırılan burnu havada içkiyi böyle yudum yudum tüketen her şeyi özene bözene yapan bir herif." Oda da şöyle bir dolandı, perdelerle oynadı. Masanın üzerindeki fotoğraf çerçevelerinin yerlerini düzeltti. "Peki, sen hangisini seviyorsun, senin onlarla ilişkilerin nasıl?" "İkisini de sevmiyorum, zerre kadar hazzetmiyorum ikisinden de! Biri geceleri tam uykuya dalacakken bir yerlerden fırlayıp tepemde zıplıyor, tepiniyor. O Almanca cücesi olacak şerefsiz! Tam ben girecekken tuvalete girer saatlerce çıkmaz, patlarım ben dışarda. Yemeklerimin üstüne kusar içip içip, öbürü desen tam bir baş ağrısı. sürekli tepemde. Onu giyme bunu içme, o çatalla o et yenmez, kadınlarla böyle konuşulmaz, burnunda sümük var, adabını takın... Vır vır vır vır beynimi yiyor o da.Ooff! Hayır bir de arada bana uyuzluk olsun diye yerlerini değiştiriyorlar. Bir bakıyorum Almanca cücesi bana ahkam kesmeye başlamış, Fransızca cücesi o kemikli ayaklarıyla üstümde tepiniyor. Bu kadar zıt iki karakter sırf bana işkence etmek için iş birliği yapıyor doktor." geldi, yerine oturdu. Sinirli sinirli bacağını sallamaya başladı. "Bir İngilizce cücesi varmış. Tam ikisinin ortası biraz kaypak bir herifmiş diye duydum. Acaba diyorum gidip bir onunla konuşsam, belki beni biraz rahatlacak bir çözüm de bulur. Sizinle seanslarımdan memnunum yanlış anlamayın doktor. Ama ne zaman cüceleri evde yalnız bıraksam evin altını üstüne getiriyorlar. Daha kesin bir çözüm bulmam lazım. Kusura bakmayın."

tuz

her tarafa sessizlik hakimdi. gecenin karanlığı yorgan gibi bütün seslerin üzerini örtmüş ve onu kendi bedeninin sesleriyle başbaşa bırakmıştı. hırıltı bir nefes alıp verme sesi, kalp atışları ve kulaklarında uğuldayan kanı. ağır adımlarla yürüyordu. sürüklenen ayaklarına söz geçirmekte zorlanıyor, ara sıra görünmez engellere takılıp tökezliyordu. arada bir duruyor ve etrafı dinliyordu, ama beklediği ses bir türlü gelmiyordu. yürümeye devam etti. "Artık bu işler için çok yaşlandım" diye geçirdi aklından. Dile kolay 76 yaşındaydı. Gerçi onu görenler yaşını göstermediğini ve çok dinç göründüğü söylerlerdi ama o pek de öyle hissetmiyordu. Her geçen gün yataktan biraz daha zor kalkıyordu. Yağmurlu havalarda eklemleri ağrıyor, kış boyu yakasına yapışan öksürük onu canından bezdiriyordu. Yazları biraz daha rahattı ama bu defa sıcak... Nefesini daraltan, tansiyonunu çıkartan, çarpıntısını artıran sıcak... Yine de kışa göre daha iyiydi, hele şehirden kaçıp yazlık evinin huzurlu dünyasına gelebildiyse keyfine diyecek yoktu. "Geçen sene bu iş daha kolay olmuştu" diye düşündü. sanki yol daha kısaydı, sanki daha az yorulmuştu. Sonra beklediği sesi duydu: Kıyıya çarpan dalgalar. Kalp atışları ve adımları aynı anda hızlandı. "50 sene, 50 senedir her yıl bugün bu saatlerde bu yolu yürüyorum. Ama bu sene içimde o heyecan yok, bu sene yanımda ayak sesleri yok, korma diyen sesin yok. Bu sene yapayalnızım." Hedefine ulaşmak için emin adımlarla yürürken bu yolu yürüdükleri ilk seneyi düşündü. Kocama gözlerini dikerek ona yeşil yeşil bakmış "Bu bizim küçük sırrımız olsun" demişti. O zaman bu yol böyle değildi tabii, bu kadar çok ev yoktu etrafta, artık neredeyse yolun yarısına kadar evlerin arasından geçilerek geliniyordu. Daha ıssız, daha korkutucuydu. Gerçi şimdi geçmiş senelere göre daha çok korkuyordu. Çünkü bu yolu ilk defa, yanında o olmadan yürüyordu. 50 yıl boyunca birlikte gittikleri her yolu elele yürüdüğü adam yanında yoktu ve o buna bir türlü alışamıyordu. Sonunda bir açıklığa geldi. İşte deniz karşısında sereperpe, narin nazlı kendi halinde salınıyordu. Buraya ilk kez geldikleri geceyi düşündü, hayran hayran manzaraya dalışını, kendilerini yamaçtan aşağı koşar adım bırakmalarını ve denizle buluşmalarını, suyun içindeki o tuzlu öpücükleri... İçini çekti derin derin, gözyaşlarına ilişmedi, bıraktılar aksın. Sonra yamaçtan aşağı bıraktı kendi, daha titrek ve daha yavaş adımlarla. Denizle buluştuğu zaman artık bağıra bağıra ağlıyordu. Tuzlu öpücüklerin yerine tuzlu gözyaşlarıyla buluştu dudakları.

yastık

"Seçici geçirgen olmak lazım şu hayatta" dedi yüksek sesle. Dolmuştaki hemen herkes dönüp ona baktı. Sesi planladığından biraz daha yüksek çıkmıştı, boğazını temizledi, duruşunu dikleştirdi ve tekrarladı "Seçici geçirgen olmak lazım diyorum." Yanında oturan kız çantasına sıkıca sarılarak iyice cama yapıştı. Ona değmemek için bacak bacak üstüne atmıştı ama dolmuşun dört kişilik arka koltuğundaydılar, dört kişiydiler. Bu sebeple bu çok beyhude bir çabaydı. Yanındaki gence döndü, bir tek o onunla ilgilenmemişti. Kulaklıkları görünce nedenini anladı. Uzandı bir kulağını serbest bıraktı. Kulaklıktan gelen cılız ses dolmuşa hafif adımlarla yayılırken şaşıran gence "Seçici seçici, seçici geçirgen olmak lazım" dedi ve kulaklığı yerine taktı. Şöför homurdanmaya başlamıştı. Dikiz aynasından kendisine ters ters baktığını görebiliyordu. Öndeki yaşlı ve tombul teyzenin oldukça hatta günün bu kadar erken bir saati için fazlaca şık giyinmiş genç kadına "Sarhoş galiba?" diye fısıldadığını duydu. Canı sıkıldı. O onlara yaşadığı tonlarca şeyden damıtıp çıkarttığı hayati bir bilgiyi sunuyordu karşılığında hiç bir şey beklemeden, bir de şunların yaptığına bak! "Size de yaranılmıyor yani" dedi. "Şöför bey Kuyubaşında inecek var. " Dolmuştan indi ve yürümeye başladı. Biraz yağmur yağıyordu ama umursamadı. Şemsiyesi yoktu, kapşonu yoktu, yağmura geçit vermeyen geçizsiz bir takım alet edevattan ibaretti bunlar, oysa o yağmura geçit vermeyi seçmişti. Bu seçici geçirgenlik meselesine kafayı taktığından beri bariyerlerinden geçirmeyi kabul ettiği bir sürü şey vardı aslında ama dışarda kalanlar da bir o kadar vardı hani. Mesela atasözleri: El elden üstündür, derdini söylemeyen derman bulamaz, ayağını yorganına göre uzat ve arabın dilinden anası anlar sevdiği ve geçit verdiği atasözleri; kol kırılır yen içinde kalır, tencere dibin kara seninki benden kara, kuzguna yavrusu şahin görünür sevmediği ve bu yüzden de geçit vermediği atasözleriydi. Hayatını çok daha basitleşmiş ve kendini hafiflemiş hissediyordu. Tren yoluna doğru sağtığı sırada durdu ve "seçici geçirgen olmak lazım hayatta!" diye bağırdı. Elinde alışveriş poşetleri olan yaşlı bir kadın kalakaldı sokağın ortasında. Ellerini ceplerini soktu, yüzünde kendinden memnun bir gülümseme, dudaklarında ıslık yürümeye devam etti.

fotoğraf

Uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaydı. Çok, çok susamıştı. Tepede güneş cehennem ateşi gibi yakıyor, kumlardan yansıyan ışığı gözlerini acıtıyordu. Gözlerini iyice kısarak çevresine baktı. Ne bir insan evladı, ne de insan elinden çıkmış bir yapı... Kumların arasında çölü yuva bellemiş hayvanlar, ordan burdan fırlamış kurumuş çalılar görünüyordu. Ne tarafa yürümesi gerektiğini bilmiyordu. Ne taraftan geldiğini bilmiyordu. Ne zaman ve nasıl geldiğini bilmiyordu. Üstünde ona yabancı gelen kıyafetler ve elinde de bir anahtar vardı. Anahtar nereden gelmişti, kilidi neredeydi, bu kıyafetleri ne zaman ve neden giymişti? Burada, bu kum çölününü ortasında ne işi vardı? Bilmiyordu. Birden panikledi. Tüm gücüyle koşamaya başladı. Kumlar ayaklarının altından kayıyor, koşmasını iyice zorlaştırıyorlardı. Ayakları yanıyordu. Gözleri acıyordu. Derisini üzerinden soymak istiyordu. Koştu, koştu. Ona asırlar gibi gelen bir süreden sonra durdu ve etrafına baktı. Hiç ilerlememiş gibiydi. İşte az önce de orada duran çalılar, şu da demin gördüğü akrep.. Çaresizlik içinde yere çöktü, kumların ve güneşin yakıcı sıcaklığına aldırmadan boylu boyunca uzandı. Yavaş yavaş düşünceler geliyordu aklına. İşte olgunluk sınavını geçtiği için babasının ona kasa anahtarını verdiği an.Işıl ışıl ve gururlu bir fotoğraf gibi sallandı belleğinde. Sonra babasının talimatlarına uymadan zamanından önce kasayı açışı, içinde bulduklarıyla yaşadığı korku ve şok. Karanlık, insanın ensesinde soğuk eller hissetmesine neden olan bir başka fotoğraf. Sonra kaçışı, arkasına bakmadan kaçışı. Yakalanışı, bir kamyonetin arkasında geçirdiği yolculuk ve burda uyanışı. Yanlış baskı nedeniyle rengi her ışık gördüğünde biraz daha bozulan silik ve unutulmaya müsait, fotoğrafların sonuncusu. "Ölmek istemiyorum!" diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Ağzına dolan kumlara ve kuruyan boğazına aldırmadan bağırmaya devam etti, "Ölmek istemiyorum!" Gittikçe yaklaşan motorlu bir aracın sesini duyduğunda hala bağırıyordu. Gelen araç onun kurtuluşu mu, ölümü mü bilmiyordu.

karanfil

önümde duran saatler var. hepsi birbirinden güzel saatler. çalar saatler var; kol saatleri, duvar saatleri, masa saatleri var. hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden gizemli saatler. önümde duruyorlar. onlara bakmaya doyamıyorum. en çok cep saatlerini seviyorum. en çok anı toplayan onlar. çatlamış camları, kopmuş zincirleri, durmuş akrep ve yelkovanları diğer saatlerde de var, ama o kapak içi yazıları yok mu... beni bambaşka ülkelere götürüyorlar. ilan-ı aşklar, iftihar edilen çocuklar, emekli edilen çalışanlar, babalar, oğullar, başlangıç ve sonlar hepsi kendilerine bu kapaklarda yer bulmuş. binbir çeşit duygu, dünyanın her yerinde, her dilde bir kapakta sonsuza kazınmış. ben de burada devreye giriyorum. zamanın muhasebecilerini sonsuza dek saklayabilmek için zamandan koruyorum.

kendi zamanımı zamanın dışına depoladığım bu yerde saatlerimin tiktaklarından başka bir şey duyulmuyor. hepsiyle teker teker konuşup, her bir tik-tak nidasının arkasında yatan dertleri dinliyorum. her bir tik-tak bir dert saklıyor gerisinde. benim saatlerim mutsuzlar. benim saatlerim unutulmuşlar. hüzünlü akıyor benim saatlerimin şarkıları. mutlu, umutlu, huzurlu hikayeleri yok hiç birinin. hepsinin son durağı benim. onlara bakıyor, onları koruyor ve seviyorum. onlarda ürkek muhabbet kuşları gibi durmadan şakıyorlar.

her bir saatin adını ezbere biliyorum. onlar benim adımı bilmez oysa. her bir saatin adını, yaşını, yaşadıklarını kendi adımdan ve yaşadıklarımdan daha iyi biliyorum.

önümde duran saatler var; arkamda, yanımda. ekose duvar kağıdının üzerinde karanfiller gibi açmış, dizi dizi saatler. kol saatleri, duvar saatleri, cep saatleri, masa saatleri ve çalar saatler. kendi zamanımın dışında durmuş, onları zamandan koruyorum. onlarda hüzünlü şarkılarıyla beni kendi zamanımdan koruyorlar. her bir tik-tak'ta usul usul aslımı unutturuyorlar.

Perşembe, Aralık 18, 2008

ayakkabı

kendime dünyalar şirini bi ayakkabı aldım. babet ama mini mini topuklu, gri biyeli siyah. hem şirin hem zarif. 30 yaşıma girerken bir takım revizyonlara girmeye gerek duyuyorum ister istemez. 30 yahu boru mu

zınzın

o kada uzun zaman olmuşki burada bir şeyler eylemeyeli...
az önce sayfama bi bakiim dedim, en son ne yazmışım. anam o da ne?? adresi unutmuşum! yıllarımın blogunun adresiyle başlığını birbirine karıştırmışım. hem de bir süre aymadım, aah ah yazmayınca kapattılar blogumu başkalarına verdiler diye üzüm üzüm üzüldüm. neyse sonra geldi aklıma oh.

tatil ne güzel bişi di mi? tatili güzel yapan ne peki? işten kaçma fırstaı yaratması mı? hayır sayın, bitince işe dönülecek olması. benim geçtiğimiz sene öğrendiğim şeylerden biri bu oldu. volkanla 2 kere tatile gittik. ikisinde de o söylenerek işe döndü ama ben nefret ederek eve günlük rutine döndüm. tatilden sonra iyice renksizleşen, sıkıcı gelen eve döndüm. aslında çok sevdiğim, bayıldığım, huzur bulduğum ama aylardır beni fazla sıkı bir boğazlı kazak gibi daraltan, kaşındıran, nefes almamı zorlaştıran evimize. sabahların, öğlenlerin, öğleden sonraların ve hatta öğleden öncelerin aynı olduğu bir 9 ayın ardından koltuğun kadifesinin fitillerini ezberlediğim, yastıklara kendi şeklimi verdiğim, televizyonda yayınlanan her türlü programı ezbere öğrendiğim evime. kitap okumak bir yere kadar, insan ne zaman biteceğini bilmediği zaman bu dalgınlığın bir şey de yapamıyor. bir aymazlık, bir iç sıkıntısı... akşam özellikle 4,5-5 gibi iyice artıyor. sabahki dizilerin tekrarları oluyor bu saatte zira ve yapılacak bir şey olmuyor. o saate kadar durmaksızın yayıldığı için yapılması gerekenler dünyanın en zor işi gibi geliyor. sonra zorla kalkılıyor koltuktan, büyük bir iç bulantısı bünyede, sabahtan beri mutfaktan salona taşınmış şeyler mutfağa götürülüyor, bulaşık makinesine konuyor. sonra hadi abartmiyim dyerek yatak odasında pijamalar çıkartılıyor. sonra bir 10 dakka ne giysem sancısı. sonra tekrar salona. saate bakılıyor. volkanın gelmesine az kalmış. yemek yapacaktım bugün ama, geç olmuş diyerek vazgeçiliyor. gün boyunca bir sürü şey planlanıyor, hepsinden vazgeçiliyor. koltuk kazanıyor bütün ayağa kalkma savaşlarını, br de o kırmızılı siyahlı battaniye. sonra volkan gelirse süper, 6,5 -7 gibi başka bir insan oluyorsun, taa ertesi sabah kadar. ama anlatacak hiç bir şeyin yok yine de, bütün ne yaptınlı soruları cevaı "hiiiç". sonra bir gaza gelme. ertesi gün şu olacak bu olacak. erken kalkılıp yürüyüş, sonra yemek yapmaca, sonra okuma, okulla ilgili biraz araştırma belki, belki de biraz nişantaşında turlama. böyle düşünerek uykuya gidiyorsun. ama ertesi sabah yine aynı terane olacak. bunu daha planları yaparken de biliyorsun.

işte böyleyse hayat, tatil dönüşleri çok daha fena oluyor. bir kere tatil boyunca yalnız değilsin, eğleniyorsun. akşama kadar hiç konuşmadığın rutinine dönme düşüncesi çok mutsuz ediyor insanı, tatilin son bir kaç günü işe döneceklere kıskançlıkla bakıyorsun, iş var diye söylendiklerinde hepsini oklavayla kovalayasın geliyor.
bayram tatili biterken pazar gecesi yatakta sevinç doldum birden. ertesi güne işe gidicek olma fikri çok çok çok mutlu etti beni. volkan işe gitmemi istemiyordu, hastaydım çünkü. ama tatil dönüşü evde durma fikri o kadar midemi bulandırdı ki, gittim okula. gerçi sonra daha fena hasta olup 3 gün yatmam gerekti. ve şunu farkettim, evde hayat aynı, değişmiyor hiç, hep aynı iç sıkıntısı.

Cuma, Temmuz 25, 2008

gir

simdi bekleyen varsa kesin benden berlin postu bekliyordur ama
sabah sabah
avsarin bloguna baktim
senelerce birinci blog olarak durdugum yerde yokum
birak onu more dugmesine basilinca cikiyorum
ne yani eski yerimde durmak icin aman dur en son ben yazdim blog rekabet ortami vuuu mu diycem

avsaru bir blog sahibi olarak beni rekabet ortamlarina meze eden bu yeni sisteme gectigi icin kiniyor, kendisine bir zamanlar bloglar ve blog linkleri konusunda verdigimiz sozu hatirlatiyorum
hih!

dur bakiim bunupost diyince cikicam mi simdi tepeye

Pazartesi, Eylül 24, 2007

evlilik hayatu

bir ayrıdır evlisin, ne anladın dersen ey okur bi bok anlamadığımı göğsümü gere gere söyleyebilirim. ilk 2 hafta tatil gibiydi zaten, bi de pek inanmıyoduk evlendiğimize. bodrumda tatil yaptık işte rokır koka gittik şimdi evlere dağılalım gibi bir mod vardı. sonra zaten iş ve delicesine bir tez bitirme yarışı başladı - ki kendisi anca bitti. tez bitirme yarışı denen şey aşağıdaki listede yer alanlardan oluşuyor sayın okur:

- ota boka ağlamak
- ota boka bağırmak
- sosisli yumurta ve sosisli makarna ve hatta sosisli krem karamel
- koltukta uyuyan sevgililer
- anlayış manyaa sevgililer
- gece çok çok geç yatıp, sabah nefret ederek çok çok erken uyanmak
- geceki o 2-3 saatlik uykuda sürekli tezin eksikleriyle ilgili bişiler görmek rüyada
- pis pasaklı, sünmüüş eşofman altları, yalak tişörtler ve sabahlıklarla dolaşmak
- facebookda arada durmaksızın bişiler oynamak sona suçluluk hissetmek
- fonda bitmek bilmez bi maç sesi
- herşeye rağmen güzel sabah kahvaltıları
- akşamüstü biraları
- göz altı morlukları
- takriben 4 kilo

sonrası yayma, içme, yeme, uyuma, içme yeme yayma şeklinde devam etti.

tez sırasında en çok duyduğum cümle kalıbı ise ne " çok çalış" ne "dayan burcu" ne de "az kaldı kızım sık dişini"ydi.

ailemin çeşitli kadınları tez boyunca "yeni evlisin" diye başlayıp şu şekilde devam eden cümleler kurdular:
"yeni evlisin" "o eşofman altlarıyla gezme, giyin süslen"
"makyaj yap azcık"
"güzel yemekler yap arada sofra kur"
" her işi çocuğa yıkma"
"bak kendine azcık baaakk"
"geceleri o dandik pijamalarla yatmıosun umarım"(Bkz. mücver postu)
"ne bu saçlarının hali"

yani diycem o ki, aile kadınlarının derdi ne akademik kariyer, ne sosyal bilimler kriterleri. çok daha hayati bir şeye odaklanmış durumdalar, tez ayağına erkeğimin gözü dışarı kaycak diye korkuyorlar

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

dütdüt

dün gece ikinci kez addicted to love ı seyrettim. çok eğlendim başta. zaten çok severim o filmi ben. süper bence hastalıklı bir romantik komedi. neyse. film bitti. ben pınarın salonunda karşıdaki gökdelenin havalandırma sesi ve yakınlardaki bir bebeğin ağlama sesi arasında uyumaya çalışıp uyuyamazken volkanı aşırı derece özledim. sonra hiç uyuyamadım çok sıcaktı. ve gürültü de vardı elbette. aslının odasına gittim ama orada da caddenin sesleri uyutmadı beni. şimdi nedense böyle bir huzursuz, mızmız ve bızbızım. sevgilimi de çok özledim ayrıca.

üf neden böyle içim sıkılıyor ki benim?
. . .

Powered by Blogger