Pazartesi, Aralık 25, 2006
akrobat okuyucu
hop, hop, hop. işte böyle kolayca atladı B harfinin bittiği göbeğinden. a'nın içinden geçti ve ş'nin kavisinde zarif bir hareketler iki ayağının üzerine düştü. bacaklarının üzerinde hafifçe yaylandı ve ş'yi göbeğinden tuttu, kendini yukarı çekti. kaymamaya çalışarak dengesini buldu. önünde kolay bir engel vardı. ufak bir adımla ı'nın tepesinde tek ayak üstünde durdu. "küçük harfleri sevmiyorum" die geçirdi içinden. sonra hop, kendini k'nin tepesinde sallanırken buldu. bir-iki öbür tarafına geçti k'nin. kısa çizgisinin üzerinde biraz dinlendi. ileri bakınca sevindi. "en sevdiğim harf, hem de büyük, leziz." aradaki boşluğu da hesaplayarak zarif bir atlayış daha gerçekleştirdi. V harfinin sol kolunda biraz sallandı, sonra kendini yukarı çekti. üzerinde biraz oturdu. bacaklarını uzattı ve kendini kaydıraktan aşağı bırakır gibi bırakarak kayarak V'nin vadisine ulaştı. "olmak istediğim yerdeyim" diye düşündü. mutlu ve huzurlu uykuya daldı.
dipnot*
şöyle sinir bir huyum var: kitap okurken bir kelime geldi ve yanında * işareti var diyelim. kelimenin ne anlama geldiğini biliyorum. okumaya devam edip hiç bölünmeden bir sonraki sayfaya geçebilirim di mi? hayır geçemem. ne olduğunu bilsem de mutlaka bakmam gerekiyor altta ne yazdığına. misal:
"merhaba, ben hope*"
şimdi ben burada biliyorum ki, hope ingilizce umut demek ve çevirmen aşağıda bana bunu söyleyecek. ama geçemiyorum işte aşağıya bakmadan. mutlaka ve mutlaka bakmak zorundayım. ya orda yazar hakkında bir bilgi verildiyse, hı? ya hope yazarın kendisini 46 kere boynuzlayan üstüne de mal varlığının yarısını alarak boşanan eski karısıysa ve bu nedenle kitapta çirkin ve gudubet sürekli osuran ve ayakları kokan bir kız çocuğuna bu ad uygun görüldüyse? ne yapıyorum, gözlerimi satırdan ayırıyorum, bakıyorum, evet hope ingilizce umut demek yazıyor ve geri dönüyorum kaldığım satırı bulup. olan okuma bütünlüğüme oluyor.
bazı kitaplarda - misal dante ilahi komedya- bu dipnot işi ister istemez çığrından çıkıyor. dante kimleri cehenneme koymuş ve neden, o dönem italyanın durumu nasılmış, beatrice'ın gıdığı kaç katmış gibi milyonlarca bilgi bu kitabı anlamanızı kolaylaştırmak için size sunuluyor. evet konsepti anlamam kolaylaşıyor benim gerçekten ama kitaptan hiç bir şey anlamıyorum yukarı aşağı satırlar arası yol almaktan. bi noktadan sonra da midem bulanıyor. okumaya ara veriyorum.
aslında en sinir olduğum şey, haddinden fazla belirsiz * işaretleri. sayfayı okuyorum bitiriyorum ve tam yan sayfaya geçicem, o da ne? aşağıda bir dip not var. e ben oraya yönlendiren kelimeyi bilmiyorum, * işaretini görmedim. neden çünkü küçük. öbür sayfaya geçemiyorum. neden çünkü görmem lazım ingilizce umut hangi kelime acaba. hope evet. ama ya yazar benim hiç bilmediğim bi kelime kullandıysa? ya ben ora çevirmenin ya da yazarın şahane bir dil oyununu kaçırıyorsam? hı? nolcak o zaman? bi şey olacağı yok aslında ama. işte.
* dip acaba ingilice derin anlamına gelen deep den mi geliyor.
"merhaba, ben hope*"
şimdi ben burada biliyorum ki, hope ingilizce umut demek ve çevirmen aşağıda bana bunu söyleyecek. ama geçemiyorum işte aşağıya bakmadan. mutlaka ve mutlaka bakmak zorundayım. ya orda yazar hakkında bir bilgi verildiyse, hı? ya hope yazarın kendisini 46 kere boynuzlayan üstüne de mal varlığının yarısını alarak boşanan eski karısıysa ve bu nedenle kitapta çirkin ve gudubet sürekli osuran ve ayakları kokan bir kız çocuğuna bu ad uygun görüldüyse? ne yapıyorum, gözlerimi satırdan ayırıyorum, bakıyorum, evet hope ingilizce umut demek yazıyor ve geri dönüyorum kaldığım satırı bulup. olan okuma bütünlüğüme oluyor.
bazı kitaplarda - misal dante ilahi komedya- bu dipnot işi ister istemez çığrından çıkıyor. dante kimleri cehenneme koymuş ve neden, o dönem italyanın durumu nasılmış, beatrice'ın gıdığı kaç katmış gibi milyonlarca bilgi bu kitabı anlamanızı kolaylaştırmak için size sunuluyor. evet konsepti anlamam kolaylaşıyor benim gerçekten ama kitaptan hiç bir şey anlamıyorum yukarı aşağı satırlar arası yol almaktan. bi noktadan sonra da midem bulanıyor. okumaya ara veriyorum.
aslında en sinir olduğum şey, haddinden fazla belirsiz * işaretleri. sayfayı okuyorum bitiriyorum ve tam yan sayfaya geçicem, o da ne? aşağıda bir dip not var. e ben oraya yönlendiren kelimeyi bilmiyorum, * işaretini görmedim. neden çünkü küçük. öbür sayfaya geçemiyorum. neden çünkü görmem lazım ingilizce umut hangi kelime acaba. hope evet. ama ya yazar benim hiç bilmediğim bi kelime kullandıysa? ya ben ora çevirmenin ya da yazarın şahane bir dil oyununu kaçırıyorsam? hı? nolcak o zaman? bi şey olacağı yok aslında ama. işte.
* dip acaba ingilice derin anlamına gelen deep den mi geliyor.
Cumartesi, Aralık 23, 2006
şaşırmaca
nedense john cusack ve john malkovich -aaaa ikisi de john ayol - bana hep şahane ve bizi derinden etkiliycek filmlerde oynarlar gibi geliodu ne biliim high fidelity, being john malkovich, dangerous liasouns falan. hani dandirik action filmlerinde oynamazlar gibi geliodu. ama muhteşem bi geceden sonra eve geldim ve o da ne ? beynimin gerilerine attığım -ki bi zamanlar nedense sinemada izlemiştim - bi filmde bu iki zat-ı şahane nick cage le birlikte oynamaktalar - nick cage deyince liseden bir anıya itafen birdcage demek istedim, alakasız ama sarhoşluğuma verin- ve filmin adı ne? con air. bi takım suçlular uçak kaçırıolar. bok var sanki. neyse.
Perşembe, Aralık 21, 2006
hop hop altın top
evet sevgili okurlarım uzun bir aradan sonra sizlerle yeniden başbaşayım. bu arada neler mi oldu? ahanda buyrun:
-alıp başını giden kilolarım hiç kimsenin tahayyül edemeyeceği boyutlara ulaştı. cumartesi gecesi bir adet koltuk kırıp üstüne de salı sabahı bir adet gömlek yırtınca soluğu diyetisyende aldım. önümüzdeki 7 gün boyunca - 2si bitti 7 si kaldı- çok vejetaryen yaşayacağım bildiğiniz gibi değil. bu konuda desteklerinizi ve güven duygularınızı göndermenizi rica ediyorum.
-gökçe hanım ve anıl beylerin doğum günleri kutlandı. anıl beye kendisine pek yaraşır leziz bir adidas çanta - hani şu deri gibi kahverengi üstünde üç tane turuncu çizgisi olan muhteşem şey- ve gökçe hanıma da allah tarafından yok artık o kada da şahane yaratmayayım bu kulu diğerlerine haksızlık oluyor diye verilmemiş olan mavi saçların sahtesini aldık. pati fena geçmedi ancak ortam elemanlarını dövme isteği halen her bir konuğun içinde alev alev yanmakta.
-nick hornby manyaklığım başladı. geçenlerde nilin tavsiyesi üzerine aldığım hece cümbüşüne hasta olunca gidip iki kitabını daha aldım "ölümüne sadakat" yani bildiimiz high fidelity ve "iyi de nasıl". biri bitti biri kaldı. bitince diğerlerini de alıcam.
-bir sürü çeviri yaptım. hatta sonuncuyu bugün yapıp bitirip göndericem. bize kazık atmaya çalışan bi şirketi salladık görgünle. kitapçı kasasında iş teklifi aldım ama gerisi gelmedi, bir iş görüşmesine gittim ama adamla kavga ettiğim için olmadı, ki bunu az sonra anlatıcam, yolculuk içib efes pilsen blues fest yazısını yazdım ve bu kadar. tabii ki tez için bir şey yapmadım.
-tuğçeyle falcı falcı gezdik. şöyle oldu: aa bu çok kısa baktı ben doymadım, hadi öbür tarafa gidip beleş fal hakkımızı kullanalım. ve sonuç falcıda geçen 2,5 saat ve büyük bir tatminsizlik, zira ilk kısa bakan güzel şeyler söyledi ancak dediğim gibi kısaydı, ikincisi ise benim hayatımda benim sallamayan iki erkek olduğunu ama benim kendi kendime gelin güvey olarak ikisinin de peşinden koşan bir zavallı olduğumu ancak bu acımasız yalnızlığın yakında son bulacağını buyurdu- hah güliyim bari!
-görgünle çeviri yapmanın dışında şeyler de yaptık: alışveriş yapmaya çıkıp bi bok bulamadık, bol bol dedikodu yaptık, ben bir zamanlar görgün kadar zayıf olduğumu - tabi onun en zayıf hali kadar diil ama bu da bi başarı benim için- farkedip ağlamaklı oldum, ancak bu konudaki gelişmeleri 1. maddede verdim zaten. sonra body shop un muhteşem elmalı body lotion - ışıltılı, dudak kremi ve çilekli body butterından aldım. tanrılar çıldırmış olmalı, muhteşem kokuyorlar.
-volkanı hep ve çok sevmeye devam ettim. özlemim katlanarak devam etti kendisine karşı. volkan bey de muhteşem varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. hastasıyım kendisinin.
-alıp başını giden kilolarım hiç kimsenin tahayyül edemeyeceği boyutlara ulaştı. cumartesi gecesi bir adet koltuk kırıp üstüne de salı sabahı bir adet gömlek yırtınca soluğu diyetisyende aldım. önümüzdeki 7 gün boyunca - 2si bitti 7 si kaldı- çok vejetaryen yaşayacağım bildiğiniz gibi değil. bu konuda desteklerinizi ve güven duygularınızı göndermenizi rica ediyorum.
-gökçe hanım ve anıl beylerin doğum günleri kutlandı. anıl beye kendisine pek yaraşır leziz bir adidas çanta - hani şu deri gibi kahverengi üstünde üç tane turuncu çizgisi olan muhteşem şey- ve gökçe hanıma da allah tarafından yok artık o kada da şahane yaratmayayım bu kulu diğerlerine haksızlık oluyor diye verilmemiş olan mavi saçların sahtesini aldık. pati fena geçmedi ancak ortam elemanlarını dövme isteği halen her bir konuğun içinde alev alev yanmakta.
-nick hornby manyaklığım başladı. geçenlerde nilin tavsiyesi üzerine aldığım hece cümbüşüne hasta olunca gidip iki kitabını daha aldım "ölümüne sadakat" yani bildiimiz high fidelity ve "iyi de nasıl". biri bitti biri kaldı. bitince diğerlerini de alıcam.
-bir sürü çeviri yaptım. hatta sonuncuyu bugün yapıp bitirip göndericem. bize kazık atmaya çalışan bi şirketi salladık görgünle. kitapçı kasasında iş teklifi aldım ama gerisi gelmedi, bir iş görüşmesine gittim ama adamla kavga ettiğim için olmadı, ki bunu az sonra anlatıcam, yolculuk içib efes pilsen blues fest yazısını yazdım ve bu kadar. tabii ki tez için bir şey yapmadım.
-tuğçeyle falcı falcı gezdik. şöyle oldu: aa bu çok kısa baktı ben doymadım, hadi öbür tarafa gidip beleş fal hakkımızı kullanalım. ve sonuç falcıda geçen 2,5 saat ve büyük bir tatminsizlik, zira ilk kısa bakan güzel şeyler söyledi ancak dediğim gibi kısaydı, ikincisi ise benim hayatımda benim sallamayan iki erkek olduğunu ama benim kendi kendime gelin güvey olarak ikisinin de peşinden koşan bir zavallı olduğumu ancak bu acımasız yalnızlığın yakında son bulacağını buyurdu- hah güliyim bari!
-görgünle çeviri yapmanın dışında şeyler de yaptık: alışveriş yapmaya çıkıp bi bok bulamadık, bol bol dedikodu yaptık, ben bir zamanlar görgün kadar zayıf olduğumu - tabi onun en zayıf hali kadar diil ama bu da bi başarı benim için- farkedip ağlamaklı oldum, ancak bu konudaki gelişmeleri 1. maddede verdim zaten. sonra body shop un muhteşem elmalı body lotion - ışıltılı, dudak kremi ve çilekli body butterından aldım. tanrılar çıldırmış olmalı, muhteşem kokuyorlar.
-volkanı hep ve çok sevmeye devam ettim. özlemim katlanarak devam etti kendisine karşı. volkan bey de muhteşem varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. hastasıyım kendisinin.
Çarşamba, Aralık 13, 2006
kitap
şu dünyada tutkunu olduğum obje sayısı çok değil. tür olarak aslında çok değil. yani palyaçolara bayılıyorum, elifimin aldığı mavi yüzüğüm var, takmayınca eksik hissediyorum kendimi bir aydır kayıptı bulduğumda gecenin 3,5'unda mesaj attım denizle elife, kurbağam volkan var, bir de kitaplarım.
kitaplar benim için çok fazla şey ifade ediyor. çocukluğumda okuduğum kitaplar, gizli gizli ders çalışmak yerine okunan kitaplar, babam okumama izin vermediğinde kaçırılıp okunan kitaplar - kimi zaman konu, kimi zaman da çikolatalı parmaklarımla kitabı batıracağım korkusu babamın bir takım sevdiği kitapları benden uzak tutmaya çalışmasına neden oluyordu. o zamanlar yalnızca kitabın içindekiler önemliydi benim için, dışına neden değer verildiğini pek anlamıyordum, ne kadar aptalmışım, zavallı babam, zavallı haşat olan kitapları-
sonrasında alıp başını gitti olay. tam bir kitap sömürgeniyim, çok hızlı okuyorum. bu hem bir kutsama hem bir lanet. çok hızlı okuyorum, bu nedenle daha çok okuyorum, çok hızlı okuyorum bu nedenle leziz bir kitap cart diye bitiyor çikolatayı ağızda eritmeden yutmak gibi bir şey. çok üzücü. bir de şöyle bir yanı var: hızlı okuyorum-kitapsız duramıyorum-seyahete çıkınca da kitapsız duramıyorum-hızlı okuyacağım bitecek diye yanımda çok fazla kitap taşımak zorunda kalıyorum. örneğin geçtiğimiz haftalarda tülinle il sağlık müdürlüğüne gittik. yanımda sislerin vampiri isimli ankira yayınevinden çıkmış bir kitap vardı - bu arada ankira yayın evini sonsuz kınıyorum, bu kadar kötü bir baskı olamaz arada 10 sayfa eksik yerler falan var ayıpayıp- kitabın ortalarındaydım. tülinle beklemeye başladık ama oturacak yer yoktu, tülin hamileydi, bu nedenle onu içerlere bi yere aldılar. ben de sonunda oturacak bir yer buldum ve e hadi kitap okuyayım dedim. ne tekim 1,5 saatin sonunda kitap bitti, ancak bekleyiş bitmedi. ben sonraki 1,5-2 saat boyunca kitapsız beklemek zorunda kaldım, hiç hoş değildi.
ilerde bir gün evim olduğunda salonunda kocaman bir kitaplık olsun ve binlerce kitap olsun istiyorum. odamı bilen bilir, hali hazırda oldukça kitabım var ancak bölük pörçük duruyorlar ben tavandan zemine duvardan duvara kitaplıklar istiyorum, canım kitapların dursun orda ben sonra rahat koltuğumda kahvemle okuyayım onları.
eğer kitap okuyarak para kazanabileceğim bir mesleğim olsaydı şu dünyada benden daha mutlu bir insan olmazdı sanırım. çünkü bu evrende kendimi küçücük ve zavallı bir nokta gibi hissetmemi sağlayan şey yıldızları seyretmek falan değil, yazılmış bütün kitapları, hadi bütün olmasın çok iyi yazılmış bütün kitapları -ki kötü olanları da okumak istiyorum - okumak istiyorum ancak hiç uyumadan yalnızca kitap okuyarak yaşasam bile böyle bir şeye ömrüm yetmeyecek, ve ben sonsuz zevk alacağım tonlarca kitabı okuyamadan, hatta varlıklarından bile haberdar olamadan ölüp gideceğim.
kitaplar benim için çok fazla şey ifade ediyor. çocukluğumda okuduğum kitaplar, gizli gizli ders çalışmak yerine okunan kitaplar, babam okumama izin vermediğinde kaçırılıp okunan kitaplar - kimi zaman konu, kimi zaman da çikolatalı parmaklarımla kitabı batıracağım korkusu babamın bir takım sevdiği kitapları benden uzak tutmaya çalışmasına neden oluyordu. o zamanlar yalnızca kitabın içindekiler önemliydi benim için, dışına neden değer verildiğini pek anlamıyordum, ne kadar aptalmışım, zavallı babam, zavallı haşat olan kitapları-
sonrasında alıp başını gitti olay. tam bir kitap sömürgeniyim, çok hızlı okuyorum. bu hem bir kutsama hem bir lanet. çok hızlı okuyorum, bu nedenle daha çok okuyorum, çok hızlı okuyorum bu nedenle leziz bir kitap cart diye bitiyor çikolatayı ağızda eritmeden yutmak gibi bir şey. çok üzücü. bir de şöyle bir yanı var: hızlı okuyorum-kitapsız duramıyorum-seyahete çıkınca da kitapsız duramıyorum-hızlı okuyacağım bitecek diye yanımda çok fazla kitap taşımak zorunda kalıyorum. örneğin geçtiğimiz haftalarda tülinle il sağlık müdürlüğüne gittik. yanımda sislerin vampiri isimli ankira yayınevinden çıkmış bir kitap vardı - bu arada ankira yayın evini sonsuz kınıyorum, bu kadar kötü bir baskı olamaz arada 10 sayfa eksik yerler falan var ayıpayıp- kitabın ortalarındaydım. tülinle beklemeye başladık ama oturacak yer yoktu, tülin hamileydi, bu nedenle onu içerlere bi yere aldılar. ben de sonunda oturacak bir yer buldum ve e hadi kitap okuyayım dedim. ne tekim 1,5 saatin sonunda kitap bitti, ancak bekleyiş bitmedi. ben sonraki 1,5-2 saat boyunca kitapsız beklemek zorunda kaldım, hiç hoş değildi.
ilerde bir gün evim olduğunda salonunda kocaman bir kitaplık olsun ve binlerce kitap olsun istiyorum. odamı bilen bilir, hali hazırda oldukça kitabım var ancak bölük pörçük duruyorlar ben tavandan zemine duvardan duvara kitaplıklar istiyorum, canım kitapların dursun orda ben sonra rahat koltuğumda kahvemle okuyayım onları.
eğer kitap okuyarak para kazanabileceğim bir mesleğim olsaydı şu dünyada benden daha mutlu bir insan olmazdı sanırım. çünkü bu evrende kendimi küçücük ve zavallı bir nokta gibi hissetmemi sağlayan şey yıldızları seyretmek falan değil, yazılmış bütün kitapları, hadi bütün olmasın çok iyi yazılmış bütün kitapları -ki kötü olanları da okumak istiyorum - okumak istiyorum ancak hiç uyumadan yalnızca kitap okuyarak yaşasam bile böyle bir şeye ömrüm yetmeyecek, ve ben sonsuz zevk alacağım tonlarca kitabı okuyamadan, hatta varlıklarından bile haberdar olamadan ölüp gideceğim.
mürekkep dünya'dan bir alıntı
"Bir kitabı bir kaç kez okuyunca kalınlaşması ne tuhaf değil mi? Sanki kitabı okuduğumuz her seferde sayfaların arasında bir şeyler yapışıp kalıyor. Duygular, düşünceler, sesler kokular... Yıllar sonra o kitabı tekrar karıştırdığında kendini buluyorsun içinde, biraz daha genç halinle, biraz daha farklı olarak. Sanki kitap seni arasında saklamış gibi, tıpkı kitabın arasında kurutulmuş bir çiçek gibi, hem yabancı, hem tanıdık."
cornelia funke, mürekkep dünya sayfa 61
cornelia funke, mürekkep dünya sayfa 61
Pazar, Aralık 10, 2006
yakamoz
seneler öncesinin müziği bir hafta önceki bir geceyi hatırlatabilir ve özletebilir mi insana? o müziğin hiç dinlenmediği, o şarkının bahsinin bile geçmediği bir geceyi bir şarkı bazen ne kadar derinde hissettiriyor insana...
ankarada unuttuğum istanbul müziğiyle anakaranın uzak bir beldesinde yaşanan bir gece sızlıyor şimdi içimde.
sakin bir günün ardında gelen, güzel sözlerin söylendiği bir akşam yemeğiyle bezenmiş, kısa yürüyüşle süslenmiş bir gece. iki kişilik müzik keyfi, iki kişilik dans çılgınlığı, oyunlar... huzurlu ve hiç bir yere yetişme, hiç bir yere dönme ve hiç kimseye hesap verme telaşı olmadan durmak sadece. baş göğüste el elde durmak. uyumak ve uyanmanın sonsuz güzel birlikteliği. saçma sapan televizyon programları hakkında saçma sapan yorumlar yapmak ve keyifle izlemek gözün önünden geçen her şeyi.
o kadar o kadar çok özlüyorum ki şu an bu şarkı nedeniyle o geceyi, ağlamak istiyorum, içim sıkışıyor.
yakamoz şarkının adı, bab-ı esrar.
ankarada unuttuğum istanbul müziğiyle anakaranın uzak bir beldesinde yaşanan bir gece sızlıyor şimdi içimde.
sakin bir günün ardında gelen, güzel sözlerin söylendiği bir akşam yemeğiyle bezenmiş, kısa yürüyüşle süslenmiş bir gece. iki kişilik müzik keyfi, iki kişilik dans çılgınlığı, oyunlar... huzurlu ve hiç bir yere yetişme, hiç bir yere dönme ve hiç kimseye hesap verme telaşı olmadan durmak sadece. baş göğüste el elde durmak. uyumak ve uyanmanın sonsuz güzel birlikteliği. saçma sapan televizyon programları hakkında saçma sapan yorumlar yapmak ve keyifle izlemek gözün önünden geçen her şeyi.
o kadar o kadar çok özlüyorum ki şu an bu şarkı nedeniyle o geceyi, ağlamak istiyorum, içim sıkışıyor.
yakamoz şarkının adı, bab-ı esrar.
Perşembe, Kasım 30, 2006
Pazartesi, Kasım 27, 2006
milföy
Taksim meydanından tarlabaşı üzerinden galatasaray'a doğru giderken şişhaneye yaklaşan kısmında sağ tarafta bir lokanta var. Dışardan bakınca sıradan bir esnaf lokantası, kirli camlar, vitrinde dönen kızarmış tavuklar dandik ve sandalye ve masalar var içerde. Elinde ekpçesiyle bekleyen bir aşçı, yemeklerin sıra sıra dizili olduğu tezgahta servis yapıyor. Masaların üzerinde halk ekmekten alınmış ve teneke ekmeklikler içinde duran ekmekler, ağır cam yemekhane su şişeleri bile olabilir. İçeri giren çıkan pek yok, içerdeki bir kaç kişi de az pilav üstü kuru yiyor belli ki. Peki bu lokantayı binlerce benzerinden ayıran şey ne? Hemen söyleyeyim canım okurum, ismi. Böyle bir lokantadan beklenebilecek isimler sınırlıdır diye düşünüyorum. Mehmet Usta'nın yeri, Evim Ev yemekleri, Hasan Usta ne biliyim, tarlabaşı lokantası falan filan. Ama hayır lokantamızın ismi Milföy. Fransızca mille feuille kelimesinin türkçeleştirilmiş hali, bin yaprak anlamına gelen bir kelime çifti. hani böle dondurulmuş hamur alıp çıtır çıtır dökülen börek yaptığımız hamur, ya da en doğru haliyle her kat ince hamurun arasına sarımtırak krema ve en üste pudra şekeri kombinasyonuyla leziz dökülen pasta.
Böyle bir lokantanın ismi neden milföy olur. Adamın soyadı desek soyadı kanunu çıktığında milföy yoktu ortada, özel bi yemekleri var desek değil. Aklıam gele gele heralde sahibi milföy pastayı çok seviyordu ondan koydu düşüncesi geliyor. Takdire şayan bir düşünce kayması bence. Bende bi gün şirket kurarsam adını ya makaran ya da etli yaprak sarması koyucam.
Böyle bir lokantanın ismi neden milföy olur. Adamın soyadı desek soyadı kanunu çıktığında milföy yoktu ortada, özel bi yemekleri var desek değil. Aklıam gele gele heralde sahibi milföy pastayı çok seviyordu ondan koydu düşüncesi geliyor. Takdire şayan bir düşünce kayması bence. Bende bi gün şirket kurarsam adını ya makaran ya da etli yaprak sarması koyucam.
Çarşamba, Kasım 22, 2006
parti ortamları
bugün pek sevgili ve canımın içi ve tatlılar tatlısı doğum günü prensesi - tacı bile vardı kafasında - elifcimcimenin doğum günü partisine gittim. uzun zamandır görmediğiniz bir sürü insanın gördüğünüz partiler vardır ya. hani hepsiyle bir dönem öyle ya da böyle muhabbetiniz olan ama uzun zamandır bir şey paylaşmadığınız. bir de hani bazı yakın arkadaşlarınızın çevresi size o kadar da yakın değildir. diğer arkadaşlarını tanırsınız, bir kaç yerde içmişliğiniz, arkadaşınızın bir kaç olayında birarada bulunmuşluğunuz vardır. işte bu iki tür insanla da karşılaştım bu gün. ve şunu farkettim: Böyle ortamların vazgeçilmez bir cümlesi var "eee, sen n'apıyosun şimdi gülnazende?" gülnazendenin yerine istediğiniz ismi koyun ve sonra koyverin gitsin. herkesle ister istemez bir muhabbet açılıyor. şahsen bu cümleden bir kaç kişi dışında cevapları ilgiyle dinlemediğim için çok hazzetmiyorum. mesele bugün yalnızca volkanın ve arzunun gerçekten şu sıralar neler yaptığını merak ediyordum, bir de çağrının. bana soranların da aslında şu sıralar neler yaptığımı çok merak etmediğini biliyorum. ama işte oradasın, bin yıldır görüşmemişsin ve konuşacak geyik çevirecek konular azalmış. mecbursun yani. ortak bir noktaya gidebilmek için, sohbet açabilmek ve kaynaşabilmek için. ne de olsa "n'aber lan" geride kalmış artık. başka çare yok. her ne kadare sevimsiz bir kalıp olsa da yararlı. ben kullandım, siz de kullanın.
bu cümle faslı bittikten sonra parti elbette normal akışına döndü. volkan ve arzuyla geniş açı partisi planlandı, efendime söliim, ekinle insanlar neden evlenir konusu tartışıldı, çağrıyla iş hayatının iğrençliğinden ve çizilmesi gereken sınırlardan dem vuruldu.
hatta gecenin başında tanımadığım ecnebi bir şahıs gelip bana şöyle buyurdu " do you speak english?" yes dedim haliyle. o da bana "ı like your outfit" dedi. neyse sonra bunun benim mürebbiye kostümüm olduğundan ve ayakkabılarımın da zaten mürebbiye ayakkabıları olduğundan -yuvarlakımsı burun, alçakgönüllü, evkızı topukları, etek gömlek ve içinden gömlek yakası çıkan kazak, bi turuncu çoraplar biraz kokoş kaçıyor mürebbiyeliğe- bahsettik. muhabbetin sonlarına doğru episodic ve semantic memory ayrımından bahsediyordum. e-maili aldı ve ben de "feel free to send e-mails" gibi şahane bi cümle kurarak geceyi noktaladım.
bu cümle faslı bittikten sonra parti elbette normal akışına döndü. volkan ve arzuyla geniş açı partisi planlandı, efendime söliim, ekinle insanlar neden evlenir konusu tartışıldı, çağrıyla iş hayatının iğrençliğinden ve çizilmesi gereken sınırlardan dem vuruldu.
hatta gecenin başında tanımadığım ecnebi bir şahıs gelip bana şöyle buyurdu " do you speak english?" yes dedim haliyle. o da bana "ı like your outfit" dedi. neyse sonra bunun benim mürebbiye kostümüm olduğundan ve ayakkabılarımın da zaten mürebbiye ayakkabıları olduğundan -yuvarlakımsı burun, alçakgönüllü, evkızı topukları, etek gömlek ve içinden gömlek yakası çıkan kazak, bi turuncu çoraplar biraz kokoş kaçıyor mürebbiyeliğe- bahsettik. muhabbetin sonlarına doğru episodic ve semantic memory ayrımından bahsediyordum. e-maili aldı ve ben de "feel free to send e-mails" gibi şahane bi cümle kurarak geceyi noktaladım.
açıklama
şimdi bir takım dış ülkelerde yaşayan pek sevgili insanlar kıvır saç 1937 fotoğrafımın ardından saçlarım hep kıvır kalacak sanmışlar, ama heyhat öyle bir durum yok bu kıvırlar ilk yıkamada hakkın rahmetine kavuştular. hala eskisi gibi düz ve bildiğim.
bi de sonunda birileri bana yorum yaptı. sezgihan'a buradan teşekkürlerimi yolluyorum ben. yazı hakkındaki yorumların için teşekküler.
bi de sonunda birileri bana yorum yaptı. sezgihan'a buradan teşekkürlerimi yolluyorum ben. yazı hakkındaki yorumların için teşekküler.
Pazar, Kasım 19, 2006
geniş açı
yazı hayatına başladığım, bana birçok şey öğreten, sonradan girdiğim işlere girmemde katkısı olan, sonradan girdiğim işlerde başarılı olmamda katkısı olan, yazılarımın başka basılı yayın organlarında haber olmasını sağlayan, ilk kez bir yazımın alınıp başka birinin imzasıyla başka bir yerde basıldığını gördüğüm yer olan, benim yazınsal ve fotoğraf anlamında bugün olduğum yerde olmamda katkısı çok büyük olan insanlarda tanışmamı sağlayan, bir zamanlar hayatımın en büyük kısmını oluşturan, deniz'le uykusuz geceler ve sansasyonel fotoğraf haberleri uydurduğumuz çalışma saatlerimizin muattabbı olan ve her zaman bir parçası olmaktan gurur duyduğum Türkiye'nin en iyi fotoğraf sanatı dergisi Geniş Açı, 10 yılın ardından 50. sayısıyla yayın hayatına veda ediyor.
Tuhaf hissediyorum kendimi, keşke hiç bitmeseydi, keşke derginin ilk zamanlarındaki naif ve hevesli kalabilseydi her şey, hem biz hem de dergi.
lütfen alın Geniş Açı'nın son sayısını. Fotoğraf adına bir şeyler yapmaya çalışmış bir derginin vakur ve hüzünlü sonlanışını görmek için.
Yazarlarının gözünden Geniş Açı diye bir bölüm var dergide, orada anlatıyorum zaten hislerimi, diğerleri de öyle. alın ve görün bu sonlanışın bir avuç insana ne kadar çok ifade ettiğini görmek için.
Tuhaf hissediyorum kendimi, keşke hiç bitmeseydi, keşke derginin ilk zamanlarındaki naif ve hevesli kalabilseydi her şey, hem biz hem de dergi.
lütfen alın Geniş Açı'nın son sayısını. Fotoğraf adına bir şeyler yapmaya çalışmış bir derginin vakur ve hüzünlü sonlanışını görmek için.
Yazarlarının gözünden Geniş Açı diye bir bölüm var dergide, orada anlatıyorum zaten hislerimi, diğerleri de öyle. alın ve görün bu sonlanışın bir avuç insana ne kadar çok ifade ettiğini görmek için.
rot'un spor güncesi
Efenim, bugün yaklaşık 3,5 haftadan sonra spor salonlarındaki kariyerime geri döndüm. uzun süreli ve eğitmenimin bana kesinlikle acımadığı bir çalışmaydı. Her şeyi tam set yaptım, 30 tane yarım mekik bile çektim ki bu kadar fazla hareketi bir hafta her gün gittiğim başlangıç döneminde bile yapmamıştım. Sonuç olarak şu an her yerim ağrıyor ve yarın sabah nasıl kalkacağım konusunda derin korkularım var.
Ancak bu postu yazma amacım sizlerle ağrılarımı paylaşmak değil. Duyun beni sevgili okurlar, ben ayrımcılık yapan bir spor salonu istiyorum. Hayalimdeki spor salonunda benim gibi hiç bir aleti doğru düzgün kullanamayan ve daha alete oturmaya çalışırken bile düşme tehlikesi geçirenlerin hepsi bir arada; ceylan gibi aletten alete seken, benim daha nasıl yapılacağını bile kavrayamadığım hareketleri üçer dörder set yapanlar ise bir arada. bu gün bacak aletlerine tırmanmaya çalışırken kızın biri eğik bir platformun yanına tutturulmuş silindirlere ayaklarını takmış, kalçasına kadar gelen platforma yaslanmış bir şekilde vücudunun üstünde hiç bir destek olmadan yandan mekiğe benzeyen bir şey yapıyordu. ben onu hayretler içinde izlerken bunun benim gibi zavallıların akıllarını başlarından almak için yeterli olmadığına karar vermiş olmalı ki, bi de gitti iki eline halter alıp hareketi öyle yapmaya başladı. çok zayıf değildi, çok atletik görünmüyordu ama yapıyordu işte. benim gibi oflayıp poflayarak ve onun su içiyormuş gibi kolaylıkla yaptığı hareketleri kıpkırmızı kesilip terden sucuk gibi olarak yapanları utanç ve haset karışımı bir hisle başbaşa bırakıyor ve bir aletten öbürüne benim evde bir yataktan öbürüne serilişimdeki pervasızlıkla geçiveriyordu.
zaten benim her yerim bıngıldayarak yaptığım hareketleri yalnızla güzelliklerini korumak için yapan incecik kızlardan yeterince çekiyorum sevgili okur, bir de bu yeni tür beni çileden çıkardı. ayrımcılık yapan spor salonu arıyorum, beni kendi beceriksiz ve her yeri sallanan türümle başbaşa bıraksın, kendimi yeterli hissedince üst salona geçerim ben.
Ancak bu postu yazma amacım sizlerle ağrılarımı paylaşmak değil. Duyun beni sevgili okurlar, ben ayrımcılık yapan bir spor salonu istiyorum. Hayalimdeki spor salonunda benim gibi hiç bir aleti doğru düzgün kullanamayan ve daha alete oturmaya çalışırken bile düşme tehlikesi geçirenlerin hepsi bir arada; ceylan gibi aletten alete seken, benim daha nasıl yapılacağını bile kavrayamadığım hareketleri üçer dörder set yapanlar ise bir arada. bu gün bacak aletlerine tırmanmaya çalışırken kızın biri eğik bir platformun yanına tutturulmuş silindirlere ayaklarını takmış, kalçasına kadar gelen platforma yaslanmış bir şekilde vücudunun üstünde hiç bir destek olmadan yandan mekiğe benzeyen bir şey yapıyordu. ben onu hayretler içinde izlerken bunun benim gibi zavallıların akıllarını başlarından almak için yeterli olmadığına karar vermiş olmalı ki, bi de gitti iki eline halter alıp hareketi öyle yapmaya başladı. çok zayıf değildi, çok atletik görünmüyordu ama yapıyordu işte. benim gibi oflayıp poflayarak ve onun su içiyormuş gibi kolaylıkla yaptığı hareketleri kıpkırmızı kesilip terden sucuk gibi olarak yapanları utanç ve haset karışımı bir hisle başbaşa bırakıyor ve bir aletten öbürüne benim evde bir yataktan öbürüne serilişimdeki pervasızlıkla geçiveriyordu.
zaten benim her yerim bıngıldayarak yaptığım hareketleri yalnızla güzelliklerini korumak için yapan incecik kızlardan yeterince çekiyorum sevgili okur, bir de bu yeni tür beni çileden çıkardı. ayrımcılık yapan spor salonu arıyorum, beni kendi beceriksiz ve her yeri sallanan türümle başbaşa bıraksın, kendimi yeterli hissedince üst salona geçerim ben.
hahayt
bir pazar akşamının sıkıntı dolu geçmesini bir kez daha nilimle engelliyoruz. ikimizin de işi var ve herkes bilir ki işler pazar akşamları çekilmez olur. çünkü pazar akşamları devrilip yatmanın ve sürekli can sıkıntısından ve yapıcak bir şey olmadığından şikayet etmenin günleridir. hal böyleyken bir de gerçekten işiniz varsa bu hem pazar akşamı rutinini bozan bir çapanoğlu hem de pazartesi zaten çalışacakken çalışmanızı gerektirecek bir şey olduğu için çok sevimsizdir. e bi de zaten pazar akşamı yani... neyse biz de bu çifte bela, çifte ruh daralmasını durumunu çifte çalışmayla egale etmeye karar verdik. eskiden beraber finallere çalıştığımız gibi yine beraber çalışıyoruz ve yine o zaman ki gibi bambaşka şeyler yapıyoruz. ben motor kontrol çevirisi yapıyorum, o yönetmen yazısı yazıyor. bazı şeylerin değiştikleri halde hiç değişmemelerini çok seviyorum. nili daha da çok. neyse efendim, nilim kahve yapıyor ben çene çalıyorum burda, gidip yardım edeyim arkadaşıma.
Perşembe, Kasım 16, 2006
arnica essentiel
2 hafta önce cuma günü bendeniz maltepe carrefour'dayken şahane bir el kremiyle tanıştım. hava çok soğuktu. önce akm'nin önünde dolmuş beklerken çok sevdiğim şeffaf kokoş şemsiyen ters dönüp kırılmıştı. sonra o yağmurda ve soğukta hiç bilmediğim bir yer olan bostancı sahilindeki pinhan kafeyi bulmaya çalışmıştım. orayı bulup geçirdiğim bir kaç dakikanın ardından vildan abla - sevdiceğimin ablası olur kendisi, gelmişti ve 1-2 dakikalık kısa bir gerginlikten sonra - ne de olsa ilk yalnız buluşma- yaklaşık 3-4 saat orada koyu bir sohbete dalmıştık, kahveler kahveleri, çaylar çayları kovalamıştı. saatin 2 olduğunu fark ettiğimizde bu soğuk hava da bir ancak alışveriş merkezi paklar diyerek maltepe carrefour'a doğru yola çıktık. arabayı kapıya yakın bir yerlere park ettik ve montları arabanın bagajına yığarak içeri girdik. yürüyen bir yokuşu tırmandık ve alışveriş ormanının derinlikleri doğru yürümeye başladı. İşte tam o anda sol tarafımda bir Yves Rocher dükkanı gördüm. Yiğidimin pek sevdiği ancak 2 ay kadar önce kaybettiğim ve bir türlü yenisi alamadığım Les plaisirs nature - fraise baume nourrisant, nefis çilekli, hafifçe renk veren dudak nemlendiricisini almak üzere içeri girdim. Çilekli şekeri aldım ancak, vildan abla bana hediye olarak almak istediği içi n parasını veremedim. tam hayır ben vereyim lütfen çekişmesi yaşarken aklıma yves rocher kartım geldi. mağlubiyeti kabul edip kart bilgilerimi söylerkense, bugünlük bu kadar beleşçilik yetmez diyerek biriken puanlarımla alabileceğim bir şey var mı diye sordum. kadının cevabı hayatımı sonsuza kadar değiştirdi. "Evet" dedi başını sallayarak, "bunlardan alabilirsiniz" gösterdiği cam bir fanusun içine konulmuş tüpümsü şekilli el kremleriydi. önce burun kıvırdım ama içimdeki beleşçinin sesi susturulacak gibi olmadığı için kadının kapağını açtığı tüpü koklamak zorunda kaldım. İyi ki de kalmışım sayın izleyiciler. buram buram bir ıhlamur kokusu el kremi tüpünden yayılıyor ve beni yıllar öncesine, yayamın evine götürüyordu. o an ona sahip olmam gerektiğini anladım. daha fazla düşünmeye gerek yoktu, benim olmalıydı. "istiyorum" dedim. şimdi size bu postu yazarken sevgili okurlarım aralarda durup elime arnica essentiel 2en1 beauté & jeunesse sürüyorum. ıhlamur kokan parmaklarımla sizi de bu rüyayı yaşamaya çağırıyorum. alın, aldırın, sevin sevdirin.
Çarşamba, Kasım 15, 2006
pıff
iyi bir kitapta sinir olduğum iki şey var: sonunda bitecek ve bir daha asla "ilk defa" okunamayacak olması
Salı, Kasım 14, 2006
1701
evet sayın okurlarım. birlikte 1700 postu geride bırakmış bulunuyoruz. acı tatlı pek çok anımı, sinir krizlerimi ve midemdeki kelebekleri sizlerle paylaştığım blog yolculuğumun bu mihenk taşında da yine bir paylaşım olayına girmek bu güzide postu bir takım hislerle bezemek niyetindeyim.
hastayım. çok fena grip oldum. her bir yerlerim ağrıyor. burnum akıyor durmaksızın. böyle şıp şıp sular damlıyor.
evet bir paylaşım da gerçekleştirdiğimize göre 1701. postumu burada noktalıyor ve büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öpüyorum.
hastayım. çok fena grip oldum. her bir yerlerim ağrıyor. burnum akıyor durmaksızın. böyle şıp şıp sular damlıyor.
evet bir paylaşım da gerçekleştirdiğimize göre 1701. postumu burada noktalıyor ve büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öpüyorum.
Cuma, Kasım 10, 2006
Pazartesi, Kasım 06, 2006
mızıldanma
sanırım kötü şeyler yeniden başımıza gelmeye tam da onları beklemekten vazgeçtiğimiz ama içten içe bir korkuyla "ulaaannn yoksa?" dediğimiz anda karar veriyorlar. huzuru en yoğun hissetiğimiz, allahım nolur bozma mutluluğumu dediğimiz anda. sürekli üst üste geldikleri anda da benzer bir çizgi izliyorlar aslında. " daha kötüsü olamaz artık, daha fazlası olamaz artık" dediğimiz bir anlık küçük bir umut parçasıyla dolduğumuz, bir an için gardımızı düşürdüğümüzde hhoop yeni bir tanesi geliveriyor. sürekli beklemek mi gerekli, acı çekmemek için mutsuz olmayı sürekli hale mi getirmek gerekli? bunu bu noktadan sonra kabul etmeyi red ediyorum! bir zamanlar hayat felsefem haline gelmiş, bir zamanlar bir şekilde yaşamaya devam etmemi sağlamış bu düşünceyi red ediyorum! kabul etmiyorum. bu nasıl bir şans, bu nasıl bir hayat örgüsü bilmiyorum ama devam etmeyi red ediyorum. kolay bir hayatım olmadı, pek çoklarınınki benimkinden kat kat zordu, kabul. ama benimki de kolay değildi. şimdi tam huzura erdiğim, gündelik sorunların kıymetini anladığım ve aksiliklerimi sevebileceğimi düşündüğüm bir dönemde ölümcül ve temel sorunların yeniden başlama ihtimalini kınıyorum! senelerce yaşandı bunlar. konuşmaktan, sözcüklerin çekilebileceği yerlerden korkuldu, evden kaçılıp sokaklarda sürtüldü. ve artık bitti demişken, düzeliyor demişken, bundan sonra rahatlarız demişken hiç bir şeyin bitmemiş olma ihtimalini, bütün bu sessizliğin huzurun ve rahatlığın kısa bir aradan ibaret olması ihtimali red ediyorum! şiş gözleri, ağlamaktan kısılan sesleri ve sinir krizlerini red ediyorum! istemiyorum artık. yoruldum hiç bir işe yaramamaktan, hiç bir şeyi değiştirememekten, kimsenin hayatında fark yaratamamaktan, anlamsız bir figür olmaktan yoruldum. belki ablam yaşasaydı ve ben doğmasaydım her şey farklı olurdu. kim görmüş ki yedek oyuncunun aslından daha iyi oynadığını? ama bu düşünceye inanmayı da red ediyorum! varlığımın bir anlamı olmalı. bir şeylere yaramalıyım. fark yaratabileceğim bir hayat olmalı. bir anlamı olmalı.
Cumartesi, Kasım 04, 2006
deneme bir ki üç
yeni bir blogumuz var sayın okurlar. şimdilik deniz ben volkan yazıyoruz. biraz daha genişlemek ama abartmamak niyetindeyiz. her hafta sözlüten rastgele 3 kelime seçip, onlar üzerinde serbest çağrışımlar bir şeyler yazmak niyetimiz. bu haftanın kelimeleri, Fransızca, zıt ve seanstı. hepimiz ekledik yazılarımızı. yanda linki olacak. az sonra. bekleriz efenim.
Perşembe, Kasım 02, 2006
sözlükten bir kuple
bunu sözlükte yazdım ama çok eğlendim, bu nedenle sizinle de paylaşmak istiyorum:
birbirinden çok farklı türleri olan ve akıl sır erdiremediğim bir tatlı çeşidi. şöyle ki:sık tüketilien bir takım helva çeşitlerine bir göz atalım. irmik helvası adı üstünd irmikten yapılan içine çam fıstığı (şam değil çam) konan böyle bakır rengi minicik tanelerden oluşan bir helva. hemen gözümüzün önünde canlandıralım. evet tamam. şimdi ikinci helvamız olan un helvasına geçelim. o da adı üstünde undan yapılıyor. un helvası irmik helvasına göre çok yağlı, yapılışına göre bejden koyu kahverengine doğru uzanan bir renk skalasına sahip, öyle irmik helvası gibi oraya buraya dağılmayan, kaşıkla değilde elinizle hop hop yiyebileceğiniz böyle köftemsi bir formatta bir helva. gözümüzün önünde canlandıralım. canlandırdık mı? evet. sıra üçüncü helvamızda tahin helvası. tahin helvası da tahin ağırlıklı bir helva. diğer iki helvadan çok daha katı. bıçakla kesilen, kimi zaman kesilirken dağılıveren böyle ağızda biraz gıcırdayan bir helva. böle açık kahverengimsi bir rengi var. şekli dikdörtgen. hep beraber hafızamızdan görüntüsünü bulup getirelim... tamam. son helvamız kağıt helva. adı üstünde olmasına rağmen kağıttan yapılmayan bu helva gofretimsi bir dış yüzey ve içinde annemin çöven adını verdiği bir maddeden oluşuyor. sert görünümlü ama kırılgan, biraz da yapışkan olan bu helvamız kesip biçmeden ısırılarak yeniliyor. şekli yuvarlak ve ççook açık bej renginde. son iki helvaya ilk iki helvanın aksine kutsal anlamlar bahşedilmiyor. evet kağıt helvayı da gözümün önünde bir firzbi misali salındıralım. tamamşimdi asıl meseleye geliyorum. hepimiz okuduk, gözümüzde canlandırdık. içlerinde şeker ve yağ olması dışında hiç bir ortak noktası olmayan bu 4 tatlı ve lezzetli şeyin hepsine neden helva deniyor? neden? hiç bir şeyleri benzemiyor birbirine. alakasız pek çok helva çeşidini saymıyorum bile. hadi kutsallar ondan desek, son iki kutsal değil. renkleri şekilleri, tatları, dokuları hiç bir şeyleri ortak değil. yağ ve şekerse mesele, mesela elmalı keke neden elmalı helva demiyoruz? neden? bütün bu helvalar neden helva? bu çeşitliliğin sonu nereye varacak? helvalar helvalıklarını nereden anlayacak?
saygılar sunuyor, bol helvalı günler diliyorum.
birbirinden çok farklı türleri olan ve akıl sır erdiremediğim bir tatlı çeşidi. şöyle ki:sık tüketilien bir takım helva çeşitlerine bir göz atalım. irmik helvası adı üstünd irmikten yapılan içine çam fıstığı (şam değil çam) konan böyle bakır rengi minicik tanelerden oluşan bir helva. hemen gözümüzün önünde canlandıralım. evet tamam. şimdi ikinci helvamız olan un helvasına geçelim. o da adı üstünde undan yapılıyor. un helvası irmik helvasına göre çok yağlı, yapılışına göre bejden koyu kahverengine doğru uzanan bir renk skalasına sahip, öyle irmik helvası gibi oraya buraya dağılmayan, kaşıkla değilde elinizle hop hop yiyebileceğiniz böyle köftemsi bir formatta bir helva. gözümüzün önünde canlandıralım. canlandırdık mı? evet. sıra üçüncü helvamızda tahin helvası. tahin helvası da tahin ağırlıklı bir helva. diğer iki helvadan çok daha katı. bıçakla kesilen, kimi zaman kesilirken dağılıveren böyle ağızda biraz gıcırdayan bir helva. böle açık kahverengimsi bir rengi var. şekli dikdörtgen. hep beraber hafızamızdan görüntüsünü bulup getirelim... tamam. son helvamız kağıt helva. adı üstünde olmasına rağmen kağıttan yapılmayan bu helva gofretimsi bir dış yüzey ve içinde annemin çöven adını verdiği bir maddeden oluşuyor. sert görünümlü ama kırılgan, biraz da yapışkan olan bu helvamız kesip biçmeden ısırılarak yeniliyor. şekli yuvarlak ve ççook açık bej renginde. son iki helvaya ilk iki helvanın aksine kutsal anlamlar bahşedilmiyor. evet kağıt helvayı da gözümün önünde bir firzbi misali salındıralım. tamamşimdi asıl meseleye geliyorum. hepimiz okuduk, gözümüzde canlandırdık. içlerinde şeker ve yağ olması dışında hiç bir ortak noktası olmayan bu 4 tatlı ve lezzetli şeyin hepsine neden helva deniyor? neden? hiç bir şeyleri benzemiyor birbirine. alakasız pek çok helva çeşidini saymıyorum bile. hadi kutsallar ondan desek, son iki kutsal değil. renkleri şekilleri, tatları, dokuları hiç bir şeyleri ortak değil. yağ ve şekerse mesele, mesela elmalı keke neden elmalı helva demiyoruz? neden? bütün bu helvalar neden helva? bu çeşitliliğin sonu nereye varacak? helvalar helvalıklarını nereden anlayacak?
saygılar sunuyor, bol helvalı günler diliyorum.
liste
arkadaşlar acilen almak zorunda olduğum ama alacak parayı hiç biryerden bulamadığım bir takım şeyleri sizinle paylaşıyorum. bir kısmını bana hediye etmek isterseniz hayır demem, size saygı ve sevgi beslerim aksine. İşte listem:
1. diyet programı - hemn sonuç alınacak, programcı bize yakın bir yerlerde olacak.
2. pilates dersi - spor salonu ders başı paraya karar verecek abartmayacak.
3. rimel - lancome hypnose istiyorum evet.
4. göz kalemi - lancome kohl istiyorum bunu da ama sahte olmayanından
5. göz altı kremi - biotherm. gözaltlarım yamuk yumuk çok mutsuzum.
6. yüz yıkama jeli - gerçi o dandirik sabun fena diil ama kırışıcam diye korkuyorum.
7. peel-of maske - sivilceli bir insan oldum ben siz görmeyeli peeling kullanamıyorum artık.
8. vücut nemlendiricisi - yıllar önce görgünle akmerkez body shoptan aldığımız muhteşem papaya bitti. aynı muhteşemlikte bi nemlendirici istiyorum.
9. manikür-pedikür - burada para ve zaman benzer zorluklar zira ayten abla ikisini ancak 3 saatte yapabiliyor.
10. masaj - her yerim katır kutur ötüyor sayın okurlar.
11. kahverengi orta topuklu ayakkabı - şöyle gündelik bir şey, kahverengi ve turuncuların altına giymek için piti piti
12. pantolonlar - bu madde 1. maddenin gerçekleşmesine bağlı daha çok. zayıflamadan pantolon alışverişine çıkacak kadar kafayı yemedim henüz.
13. accessorizedaki yeşil çanta - sezon başladığından beri kesiyorum çantayı ben para denkleştiremeden biterse çok ağlıycam.
14. anabala pasajındaki yeşil geniş yakalı ceket - ah salak kafam öbür ceketi gaza gelip almasaydım şu an benim olabilirdi.
15. bilgisayar hoparlörü - şu ankiler gibi sürekli vınlamasalar yeter
16. daha iyi bir webcam - artık 400 yıl öncesinden günümüze mesaj gönderiyormuş gibi görünmekten sıkıldım
17. daha iyi bir cep telefonu - ne ben telefonun çaldığını duyuyorum, ne insanları ne onlar beni. çağrı cihazı gibi çalışıyor meret.
18. bir sürü kitap - nereme sokup ne zaman okuycaksam.
işte böyle şu an kaba bi hesapla yaklaşık 3 milyara ihtiyacım var. bana sponsor olmak isteyen varsa buyursun burdan yaksın.
1. diyet programı - hemn sonuç alınacak, programcı bize yakın bir yerlerde olacak.
2. pilates dersi - spor salonu ders başı paraya karar verecek abartmayacak.
3. rimel - lancome hypnose istiyorum evet.
4. göz kalemi - lancome kohl istiyorum bunu da ama sahte olmayanından
5. göz altı kremi - biotherm. gözaltlarım yamuk yumuk çok mutsuzum.
6. yüz yıkama jeli - gerçi o dandirik sabun fena diil ama kırışıcam diye korkuyorum.
7. peel-of maske - sivilceli bir insan oldum ben siz görmeyeli peeling kullanamıyorum artık.
8. vücut nemlendiricisi - yıllar önce görgünle akmerkez body shoptan aldığımız muhteşem papaya bitti. aynı muhteşemlikte bi nemlendirici istiyorum.
9. manikür-pedikür - burada para ve zaman benzer zorluklar zira ayten abla ikisini ancak 3 saatte yapabiliyor.
10. masaj - her yerim katır kutur ötüyor sayın okurlar.
11. kahverengi orta topuklu ayakkabı - şöyle gündelik bir şey, kahverengi ve turuncuların altına giymek için piti piti
12. pantolonlar - bu madde 1. maddenin gerçekleşmesine bağlı daha çok. zayıflamadan pantolon alışverişine çıkacak kadar kafayı yemedim henüz.
13. accessorizedaki yeşil çanta - sezon başladığından beri kesiyorum çantayı ben para denkleştiremeden biterse çok ağlıycam.
14. anabala pasajındaki yeşil geniş yakalı ceket - ah salak kafam öbür ceketi gaza gelip almasaydım şu an benim olabilirdi.
15. bilgisayar hoparlörü - şu ankiler gibi sürekli vınlamasalar yeter
16. daha iyi bir webcam - artık 400 yıl öncesinden günümüze mesaj gönderiyormuş gibi görünmekten sıkıldım
17. daha iyi bir cep telefonu - ne ben telefonun çaldığını duyuyorum, ne insanları ne onlar beni. çağrı cihazı gibi çalışıyor meret.
18. bir sürü kitap - nereme sokup ne zaman okuycaksam.
işte böyle şu an kaba bi hesapla yaklaşık 3 milyara ihtiyacım var. bana sponsor olmak isteyen varsa buyursun burdan yaksın.
Çarşamba, Kasım 01, 2006
dün
Dün yine size taksimden bildirmek amacıyla laptopumu kaptım, fotoğraf makinemi kuşandım ve yollara vurdum kendimi. ancak kablosuz ağ bana ihanet etti ve saatlerde uğraşmama rağmen internete bağlanamadım, ancak fotoğraflar çekmeyi başardım. ancak blogger sağolsun bu fotoğrafları sizlere göstermek üzere buraya yüklemeyei başaramadım.
neyse.
dün taksimde hava felaketti. eteğim yaklaşık 46 kere kafama geçti ancak herkes can havliyle oraya buraya kaçıştığuı için kimse bi halt görmedi. dün seneler sonra denizle gündüz vakti taksim meydanında buluştuk. sonra beraber elifin okuluna gittik. kahve içtik geyik yaptık. sonra bi de bu gün üstüne gene gündüz vakti bize geldi deniz. geniş açı zamanlarındaki gibi beraber çalıştık. çeviri yaptık beraber. sonra okula gittik. ben hocayla buluştum. sonra çıkışta orta kantinde denizi buldum. kahve içtik, bebeğe yürüdük. her şey çok aynıydı. elimizdeki laptop ve deniz şirkete ödetebildiği için okula taksiyle gidip gelmemiz hariç tabii.
neyse.
dün taksimde hava felaketti. eteğim yaklaşık 46 kere kafama geçti ancak herkes can havliyle oraya buraya kaçıştığuı için kimse bi halt görmedi. dün seneler sonra denizle gündüz vakti taksim meydanında buluştuk. sonra beraber elifin okuluna gittik. kahve içtik geyik yaptık. sonra bi de bu gün üstüne gene gündüz vakti bize geldi deniz. geniş açı zamanlarındaki gibi beraber çalıştık. çeviri yaptık beraber. sonra okula gittik. ben hocayla buluştum. sonra çıkışta orta kantinde denizi buldum. kahve içtik, bebeğe yürüdük. her şey çok aynıydı. elimizdeki laptop ve deniz şirkete ödetebildiği için okula taksiyle gidip gelmemiz hariç tabii.
Pazartesi, Ekim 30, 2006
almanca dersi
bu gün seneler sonra ilk defa almanca dersi verdim. gerçi ilk seviye olduğu için basitti ama ben yinede gerildim. böyle derler dieler daslar havada uçuştu. bleistift in söylemesi zor bir kelime olduğunu farkettim. almancayı özlediğimi ve sevdiğimi hatırladım. kahve içtim bi sürü, kahkaha patlamasına maruz kaldım. bir sürü bilgi verdim, bilgiye aç bir zihnin bilgiyi emişini seyrettim. öğrendiğini farkedince parlayan gözler gördüm. önyargılardan sıkılmış ve yorulmuş ama onlarla yaşayan bir insanın ne kadar gergin olabileceğini, ne kadar tetikte olabileceğini, her sözünü ve hareketini nasıl tartarak konuşabileceğini ve "kusura bakmayın söz size yarın sadece sizin giyeceğiniz terlikler alacağım, umarım bugün bunları giymeniz sorun olmaz" diyecek kadar kendisinden şüpheye düşürülmüş insanlar olacağını gördüm. ve bir kez daha önyargıların ne kadar anlamsız olduğuna, bir insanla gerçekten konuşmadan ona yafta yapıştırmanın anlamsızlığına tanık oldum.
vay be sadece almanca dersi diilmiş. saygılar.
vay be sadece almanca dersi diilmiş. saygılar.
bloggerınız taksimden bildiriyor
İnternet bağımlılığında üst bir noktaya vardım. Şu anda dışarda şarıl şurul yağmur yağıyor ve ben taksimde meydanında taksimoda ismindeki kafede oturup blog yazıyorum. kırmızı siyah çizgili klotlu çoraplarım ve de fransız orospusu ayakkabılarımla azcık titrek ama vakur bir duruşum var. çok iş kadınıyım bildiğiniz gibi değil. tam da camın kenarındaki masada oturuyorum. suratımda ciddi bir ifade var şu an ve ekrana bakıp klavyeye bakmadan karizmatik bir havayla iş yazışması yapar gibi bir yandan blog yazıp bir yandan da gökçeyle dedikodudan dedikoduya akıyorum. arada sanki bütün gün deli gibi çalışmışım da sırtım ağrımış gibi bi dikeliyorum falan. oysa dün en son uykulu bir haldeyken çeviri yaparken "kara biberli eforlu testler" gibi saçma bi cümle yazıp masada uyuyakaldığım için ağrıyor sırtım. ama tabi burdakilerin bunu bilmesine gerek, siz de sakın söylemeyin bozuşuruz.
neyse efendim. taksim kalabalık, trafik meydan tarafında açık. yoğun bir şemsiye akışı var. hava kararmış bulunuyor. tramvay durağı henüz çok fazla bekleyen insana ev sahipliği yapmıyor. binaların ışıkları yanıyor. bir kısmında hala bayraklar asılı. meydan dün geceki konserin yorgunluğunu üzerinden atmış gibi. yağmur yağması iyi olmuş. sokaklar temizlenmiş.
neyse efendim. taksim kalabalık, trafik meydan tarafında açık. yoğun bir şemsiye akışı var. hava kararmış bulunuyor. tramvay durağı henüz çok fazla bekleyen insana ev sahipliği yapmıyor. binaların ışıkları yanıyor. bir kısmında hala bayraklar asılı. meydan dün geceki konserin yorgunluğunu üzerinden atmış gibi. yağmur yağması iyi olmuş. sokaklar temizlenmiş.
Perşembe, Ekim 26, 2006
rüya
gergin geçen, kulağımızın kapıda olduğu ve her seste irkildiğimiz bir kaç saatlik bir süreci yeni atlatmışız. telefon defterleri taranmış, bir kaç kişi aranmış ama sonuç alınamamış. ortada kalmışız. sonrası birlikte atılan adımlar, burun kıvrılan mekanlar ve bir kaç dakika sonra kendimize ait bir odadayız.
duvar genişliğinde kaloriferin üzerinden başlayan kocaman bir pencere var. pervazlar ahşap iki yana açılmış. bambu bir jaluzi bozmasından içeri bölüm pörçük ışık huzmeleri süzülüyor. bambunun hemen ardında yanmış yıkılmış bir binanın dış cephesi, içi yok bakınca arkası görünüyor.
inanamaz bakışlarla odayı süzüyorum. biri iki kişinin sığabileceği kadar geniş iki tane tek kişilik yatak, çıplak bir ampul, füme muşambalar, aynı renk iki tane amerikan lilesi dolabı. dolabın üstünde iki tane battaniye var. pek eski görünüyorlar. yatakların üzerinde 2 tane kağıt kadar ince yastık, iki çarşafdan bozma pike. çarşaflar beyaz. geri kalan her şey birbiriyle uyumsuz. yataklardan birisi bizim yemek masamız. 3. pide döner, soğanlı peynirli ruffles, doritos pançonun yenilenmiş versiyonu - hani üstünde sarımsak resmi olan-, baharatlı lays, küçük bir votka, elma suyu, aşağıdan alınmış bir litre su ve plastik bardaklar, sigara kutusu 2 tane, snickers, yere atılmış bir kaç poşet, ceketler ve şapkalar. koyu kırmızı ve koyu mavi bir kapımız var. bizi dış dünyadan koruyor.
ve işte ben masa görevi yapan yatağın ucuna ilişmiş oturuken ona bakıyorum: karşımda daha geniş yatakta oturmuş, terliğimiz de yok, havlu da yok hay allah diyor. mutlu bir gülümseme yüzünde. içime akıyor bakışı. mutluluk, saadet bu kelimeler bana yetmiyor. ona baktıkça yepyeni bir kelime icaat etmek istiyorum başına herhangi bir pekiştirme bıdırı gelmeden nasıl hissettiğimi anlatacak.
konuşuyoruz, yiyoruz, içiyoruz, uyukluyoruz, mıncırıyor ve gıdıklıyoruz. bambaşka insanlar olup sonra özümüze dönüyoruz. sonra söylediğimizden 2 saat geç taksime çıkmayı başarıyoruz.
kalabalık bir gece, beklenmeyen misafirler, hep beklenen ve hep orda olması istenen dostlar, garip sırıtışlar, deli bakan gözler, tanımazdan gelmeler, nille iki arada bir derede yapılan dedikodular... bütün bunların arasında kimsenin sezemediği bakışlar. onun hep orada olduğunu bilmenin, onun seni özlediği bilmenin, onu çok özlemenin mutluluğu. sonra kalabalık ve dumanlı bir ortamdan kaçış her şeye gülünen bir gece yemeği ve bize ait o odaya geri dönüş.
her dakikasına yumuşakça dokunulmuş ve her anı sarılıp sarmalanmış bir uykunun ardından hala uyuyan asmalı mescit. gece kim bilir kaçta uykuya dalmış belli değil. ama bir dakika burası ayvalık. hani abimin dalış turundan önce oturup kahve içtiğimiz ve benim onu çok özlediğim ve bir gün beraber gelelim nolur diye içlendiğim yer. kahvaltılarımız geliyor. gazete okuyoruz. kahve içiyoruz. konuşuyoruz. bakışlarımla kedileri korkutuo kaçırıyorum. ona hiç böyle bakamıyorum. sonra kedileri beslemeye başlıyoruz. bütün bunlar olurken her şeyin rüya olduğunu kanıtlamak için olsa gerek fonda onun bütün gece ve sabah söylediği şarkılar çalmaya başlıyor. konuşmayı bırakıp şarkı söylemeye başlıyoruz.
ve sonra o kahvaltı bitmiyor. o gün bitmiyor. bu rüya bitmiyor. biz kalkıp caddede uzun bir yürüyüş yapmıyoruz. evlerimize dönmüyoruz. başka yerlerde uyumuyoruz. hep birlikte, kendimize ait bir oda da yaşıyoruz biz. başka bir yere gitmiyoruz.
kendimize ait bir oda gerek bize! gönlümüzce huzur ve heyecan yaşayabilmek için. gönlümüzce uyuyup uyanmak ve uykunun bölündüğü her küçük anda onun sıcaklığıyla rahatlayabilmek için.
duvar genişliğinde kaloriferin üzerinden başlayan kocaman bir pencere var. pervazlar ahşap iki yana açılmış. bambu bir jaluzi bozmasından içeri bölüm pörçük ışık huzmeleri süzülüyor. bambunun hemen ardında yanmış yıkılmış bir binanın dış cephesi, içi yok bakınca arkası görünüyor.
inanamaz bakışlarla odayı süzüyorum. biri iki kişinin sığabileceği kadar geniş iki tane tek kişilik yatak, çıplak bir ampul, füme muşambalar, aynı renk iki tane amerikan lilesi dolabı. dolabın üstünde iki tane battaniye var. pek eski görünüyorlar. yatakların üzerinde 2 tane kağıt kadar ince yastık, iki çarşafdan bozma pike. çarşaflar beyaz. geri kalan her şey birbiriyle uyumsuz. yataklardan birisi bizim yemek masamız. 3. pide döner, soğanlı peynirli ruffles, doritos pançonun yenilenmiş versiyonu - hani üstünde sarımsak resmi olan-, baharatlı lays, küçük bir votka, elma suyu, aşağıdan alınmış bir litre su ve plastik bardaklar, sigara kutusu 2 tane, snickers, yere atılmış bir kaç poşet, ceketler ve şapkalar. koyu kırmızı ve koyu mavi bir kapımız var. bizi dış dünyadan koruyor.
ve işte ben masa görevi yapan yatağın ucuna ilişmiş oturuken ona bakıyorum: karşımda daha geniş yatakta oturmuş, terliğimiz de yok, havlu da yok hay allah diyor. mutlu bir gülümseme yüzünde. içime akıyor bakışı. mutluluk, saadet bu kelimeler bana yetmiyor. ona baktıkça yepyeni bir kelime icaat etmek istiyorum başına herhangi bir pekiştirme bıdırı gelmeden nasıl hissettiğimi anlatacak.
konuşuyoruz, yiyoruz, içiyoruz, uyukluyoruz, mıncırıyor ve gıdıklıyoruz. bambaşka insanlar olup sonra özümüze dönüyoruz. sonra söylediğimizden 2 saat geç taksime çıkmayı başarıyoruz.
kalabalık bir gece, beklenmeyen misafirler, hep beklenen ve hep orda olması istenen dostlar, garip sırıtışlar, deli bakan gözler, tanımazdan gelmeler, nille iki arada bir derede yapılan dedikodular... bütün bunların arasında kimsenin sezemediği bakışlar. onun hep orada olduğunu bilmenin, onun seni özlediği bilmenin, onu çok özlemenin mutluluğu. sonra kalabalık ve dumanlı bir ortamdan kaçış her şeye gülünen bir gece yemeği ve bize ait o odaya geri dönüş.
her dakikasına yumuşakça dokunulmuş ve her anı sarılıp sarmalanmış bir uykunun ardından hala uyuyan asmalı mescit. gece kim bilir kaçta uykuya dalmış belli değil. ama bir dakika burası ayvalık. hani abimin dalış turundan önce oturup kahve içtiğimiz ve benim onu çok özlediğim ve bir gün beraber gelelim nolur diye içlendiğim yer. kahvaltılarımız geliyor. gazete okuyoruz. kahve içiyoruz. konuşuyoruz. bakışlarımla kedileri korkutuo kaçırıyorum. ona hiç böyle bakamıyorum. sonra kedileri beslemeye başlıyoruz. bütün bunlar olurken her şeyin rüya olduğunu kanıtlamak için olsa gerek fonda onun bütün gece ve sabah söylediği şarkılar çalmaya başlıyor. konuşmayı bırakıp şarkı söylemeye başlıyoruz.
ve sonra o kahvaltı bitmiyor. o gün bitmiyor. bu rüya bitmiyor. biz kalkıp caddede uzun bir yürüyüş yapmıyoruz. evlerimize dönmüyoruz. başka yerlerde uyumuyoruz. hep birlikte, kendimize ait bir oda da yaşıyoruz biz. başka bir yere gitmiyoruz.
kendimize ait bir oda gerek bize! gönlümüzce huzur ve heyecan yaşayabilmek için. gönlümüzce uyuyup uyanmak ve uykunun bölündüğü her küçük anda onun sıcaklığıyla rahatlayabilmek için.
Perşembe, Ekim 19, 2006
google graphics de beni adımla soyadımla arattığınız zaman gerçekten benimli ilgisi olduğu için çıkan tek fotoğraf beyazperde.com da zamanında yazdığım bi yazı yüzünden dolls-bebekler filminden bir kare. filmin posteri senelerce kapımda asılı durduğu için bana oldukça doğal geldi. ama filmin konusunu ve yapısını düşünürsek bir o kadar da acayip.
bi de uçlu kalem 0.5 2b tombo uçla kullanılmalı. ayrıca burcu da artık susup tez çalışmalı. evet. hımm. evet.
bi de uçlu kalem 0.5 2b tombo uçla kullanılmalı. ayrıca burcu da artık susup tez çalışmalı. evet. hımm. evet.
kalem
bu gün çok şahane bir kalem aldım. eski rotringlerden bulabilir miyim diye bakıyordum. hani şimdikiler gibi olan ama ince olanlardan. lisedeyken okulun karşısında baturay diye bir kırtasiye vardı. o zamanlar rotringlerin hepsi bordoydu ve inceydi üstelik bir de benim için çok pahalıydı. o baturay kırtasiyeye gider rotringleri severdim. ne güzel kalemlerdi onlar ya. zaten o kırtasiye de acayip güzel kalemler olurdu. sonra ortaokuldan liseye geçtiğimizde rotringlerin beyazı ve siyahı da çıktı belcağızında kırmızı bir kemerle. alman okulundayız da aaa bak rot - ring koymuşlar hımmm yapmıştık. neyse. bu gün o kalemlerden aramaya gittim. bordo iddiasında değildim, beyaz ya da siyah da bulsam ya da daha sonra piyasaya çıkartılan ince ama renkli olanlardan da bulsam olurdu. amma velakin piyasayı ele geçiren tombul rotringler yüzünden bu mümkün olmadı. sonra kırtasiyeci adam - taksim sıraselvilerde alman hastanesine gitmeden sağda, pera güzel sanatlar akademisinin orda bodrumda küçük tozlu bi yer - bana bak ama ben de ne var dedi. pentelin şu an piyasada bulunmayan rotring benzeri muhteşem kalemlerinden birisi vardı elinde. siyahından ben de vardı ve adam ben de bordosu da var dedi. o anda parasızlığım bütçe planlama sorunlarım falan hepsi gözümden silindi. kalemi elime aldım. ufak bir parça kağıda bir çizik attım. benim olmalıydı. ve oldu da. sonra kırtasiyeci abiyle -abi oldu dikkatinizi çekerim - uçlu kalemlerin sırlarla dolu dünyası üzerine bir sohbete daldık. abi tam bi kalem manyağıydı - kırtasiyeci de gitti baştan abi o artık - bana kardeşim de kalem delisi benim gibi aman gelirse falan sakın bu kalemi sana bu fiyata sattığımı söyleme dedi. deli misin abi söyler miyim der gibi başımı salladım. ve sonra çantamda kalem ellerimde bir kamaşma ve cebimde beş kuruş parayla kendimi sokağa attım.
çarşamba
merak edenler için çarşamba gününün gelişmelerinden bahsedeyim dedim. dün propsalımı almaya gittm. genel olarak iyi diyerek söze başlayan tekcan konuşmasını kötü diyerek bitirdi. bi sürü değiştirmem gerekiyor. ama sanırım bunu hakettim. kafan dağınıkken yazmışsın sen bunları dedi. zaten baştan beri anlayamadığım bi şey var diyordun, okuduktan sonra neyi anlamadığını anladım dedi. böle makale özetler olmuş bi yere gitmiyorlar dedi ki, ben de ona aylardır sanki böyle olucakmış gibi geliyo, nası yazmam lazım bilmiyorum diyordum. neyse şimdi bir kısmını uzatıcas bir kısmını kırpıcaz bir de yeni bir kısım yazıcaz. nası olucak bilmiyorum pek ama herhalde bir şekilde yaparım. yetersizlik hissi sinsi sinsi sırtımı tırmalıyor, saçımı çekiyor, kulağıma üflüyor ve arada ben bir şeye bakarken tam ters yönde gözümün ucunda belirip kayboluyor zira. işte ben de aldım laptopu aktım alemlere. sizlere kablosuz ağ bağlantısının sonsuz nimetlerinden faydalanarak yazıyorum. makale önümde, tez önümde açık. ancak son 1,5 saattir henüz ikisine de bakmaya cesaret edebilmiş değilim. çok isterdim abimlerinki gibi makalelerin abstractlarını çevirerek 5 makaleyle discussion kısmını halledebileceğim bir tez yazabilmeyi. belki de istemezdim pek bilmiyorum şu an.
ayrıca görgünün tezi çok iyi geçti. başına beklenmedil bir iş açmalarına rağmen oldukça keyifli bir sunum olduğu yönünde duyumlar aldık. orda görgünün üzerinden spot ışığı çekeyim son dakikalarını rahat geçirsin diye tam bir moron gibi gidip 3. jüri üyemizle tanışmam bahse değmeyecek bir konu. neticede görgün bayılmadı, tekcanın prime ettiği gibi ağlamadı, aksine sunuma başlar başlamaz bütün heyecanı geçti ve leziz bir sunum yaptı. sunumu yaparken ayağa kalkmayı unutmuş ama olur o kadar.
ayrıca görgünün tezi çok iyi geçti. başına beklenmedil bir iş açmalarına rağmen oldukça keyifli bir sunum olduğu yönünde duyumlar aldık. orda görgünün üzerinden spot ışığı çekeyim son dakikalarını rahat geçirsin diye tam bir moron gibi gidip 3. jüri üyemizle tanışmam bahse değmeyecek bir konu. neticede görgün bayılmadı, tekcanın prime ettiği gibi ağlamadı, aksine sunuma başlar başlamaz bütün heyecanı geçti ve leziz bir sunum yaptı. sunumu yaparken ayağa kalkmayı unutmuş ama olur o kadar.
Pazartesi, Ekim 16, 2006
bi de
bu gün dayanamayıp ulu insan, muhteşem danışman, mentor ve örnek hoca tekcana mail attım. proposalı okudunuz mu hocam diye sordum. burcu, okudum. bu hafta bi gün gel konuşalım bayram tatilinde düzeltmeleri yaparsın diye bir mail atmış. hiç bir yorum yapmaması bana ya çok korkunç bulduğunu ya da henüz okumadığı çarşambaya kadar zaman kazanmak için böyle bir hamle yaparak okuyacağı izlenimini uyandırdı.
şimdi ben kesin çarşambaya kadar uyuyamam gergnlikten.
şimdi ben kesin çarşambaya kadar uyuyamam gergnlikten.
yani
işte bu yüzden ben volkanı koklamak, öpmek, sevmek ona doya doya bakmak, hastası olmak, ona bayılmak bööle ısırıp mıncıklayıp parça pinçik etmek istiyorum.
hastasıyım laaaaaaayynnn!
hastasıyım laaaaaaayynnn!
görg'e ek
sayın görg, yani femme noire ın yenilesi sevgili tanımına bir de şunları eklemek istiyorum:
şeker sevgili sevgilisini gördüğünde gözlerinin içi gülendir, sarılıp 15 dakka öyle kalabilendir, sevgisinden napıcanı şaşırıp saçını başını karıştıran içi kamaşandır. bunlara binbir tane daha eklenebilir. ancak şöyle bir şey var ki es geçilmemelidir:
hasta olunası sevgili zayıflamaya uğraşan ve kilolarından nefret eden ve yapı itibariyle asla kalçalarından kurtulamayacak ve zayıf bir insan olamayacak sevgilisine " bence hiç gerek yok ben sana böyle bayılıyorum, sağlık içinse tamam, ama bana söz ver çok fazla zayıflamak yok sevmiom ben hiç" diyendir
şeker sevgili sevgilisini gördüğünde gözlerinin içi gülendir, sarılıp 15 dakka öyle kalabilendir, sevgisinden napıcanı şaşırıp saçını başını karıştıran içi kamaşandır. bunlara binbir tane daha eklenebilir. ancak şöyle bir şey var ki es geçilmemelidir:
hasta olunası sevgili zayıflamaya uğraşan ve kilolarından nefret eden ve yapı itibariyle asla kalçalarından kurtulamayacak ve zayıf bir insan olamayacak sevgilisine " bence hiç gerek yok ben sana böyle bayılıyorum, sağlık içinse tamam, ama bana söz ver çok fazla zayıflamak yok sevmiom ben hiç" diyendir
tamamı metal simyacı
dün sonunda 51. bölümü de seyrettim. çok sancılı bir süreçti. bir yandan durmaksızın seyretmek istiyordum, bir yandan bitecek diye korkumdan gıdım gıdım izlemek istiyordum ama dayanamadım ve dün 16 bölümü izleyerek seriyi bitirdim. ilk 35 bölüm boyunca olan her şey birbirine bağlandı. her bölümü ayrı oha nidaları eşliğinde bitirdim. şu anda kendimi sevgilim ya da çok sevdiğim bir arkadaşım çok uzaklara gitmiş, ya da ilişkimizin cicim ayları bitmiş gibi hissediyorum. son iki haftadır ed ve al' a çok alışmışım. aahh ahh. bi daha seyretsem bile asla ilki gibi olmıycak. çok mutsuzum.
niii san, vataşiva, vataşivaa...
niii san, vataşiva, vataşivaa...
yağmur isminde bir balina
hani yağmur yağdığı zaman, hava karanlık ve sokak lambaları da yanıyorsa parlak ve koyu gri bir renkte görünür ya sokaklar böyle ıslak deri gibi; küçükken ben sokaklar bu renkte olduğu zaman dev bir balinanın üstünde yaşadığımıza inanırdım.
hepi börtdey nil
cumartesi günü nilimin doğum gününü kutladık. papillionda yaptığımız parti müzikleri zaman zaman bizi hayal kırıklığına uğratsa da oldukça çılgın geçti. çılgın bi insan kalabalığı vardı. alkolun su gibi aktığı gece ne yazık ki geçen senelerin aksine çılgın dedikodulara mesken olmadı. tuğçenin gecenin köründe gelmesi, erdem beyin boy göstermesi, kitap grubu kızları, begüm hanımlar, sinema tayfası, gökçe hanım, afşin bey, gizem sumru yasemin hanımlar, görkem anıl volkan beyler, kaan ve umut ege çifti, sayın genel yayın yönetmeni burçin bey, bodur ve evrim beyler, berna hanım, şebnem hanım ve şu anda anımsayamadığım ama varlıklarıyla cancağazımın doğum gününü şenlendiren nev-i şahsına münhasır şahane insanların sevimlilikleri geceye renk kattı.
bence gecenin en güzel anları gölgede ve çorbacıda nil top haline getirdiği ekmekleri çorbasına atarken yaşandı. berna ve tuğçenin ruh ikizi çıkma diyaloğuna ise hiç girmiyorum.
bence gecenin en güzel anları gölgede ve çorbacıda nil top haline getirdiği ekmekleri çorbasına atarken yaşandı. berna ve tuğçenin ruh ikizi çıkma diyaloğuna ise hiç girmiyorum.
Cuma, Ekim 13, 2006
sonunda
iki aylık sabrımın neticesini aldım ve sonunda bu gün spor salonuna kaydoldum. şu anda belim ve dizim ağrıyor olsa da sakatlıklarım için aslında uzun vadede faydalı olacak. hem kaslarım kuvvetlenecek hem ağırlığım azalınca binen yük azalacak. en azından ben öyle umuyorum. eğitmen oldukça umutlu ilk ay şöle olucak ikinci ay böle olucak falan diip durdu ama yani gene de benim bünyem bu belli olmaz tabii. eğitmenler iki tane, ikizler ve ben onları ayırt edemiyorum. biri gelio ona bişi sölüorum sonra aynısı gelip o söylediğim şeyi soruyo aptal oluyorum, meğerse aynısı diilmiş hep aptallaştıktan sonra farkediyorum ancak çok sıkıcı.
bi de sauna var. spor yaptıktan sonra saunaya girdim 10 dakka. içersi çok güseldi, süfer şahane. bööle bütün ağrılarım uçtu gitti. gerçi çıkınca hepsi geri geldi ama olsun 10 dakikalık bir ağrısız ortam iyi geldi. üstelik yüzümde bebek poposu gibi yumuşacık oldu. pek leziz.
bi de sauna var. spor yaptıktan sonra saunaya girdim 10 dakka. içersi çok güseldi, süfer şahane. bööle bütün ağrılarım uçtu gitti. gerçi çıkınca hepsi geri geldi ama olsun 10 dakikalık bir ağrısız ortam iyi geldi. üstelik yüzümde bebek poposu gibi yumuşacık oldu. pek leziz.
Perşembe, Ekim 12, 2006
yazı
yazımın başına adolfo bioy casares'in bir fotoğrafçının la plata maceraları isimli kitabında geçen fotoğrafla ilgili bir bölümü koyamk istiyordum. ama kitabı satır satır gözden geçirmeme rağmen o kısmı bulamıyorum. çok mutsuzum.
ya da pek şahane insan tuuuçe sayko'nun da dediği gibi "ollleeeyyy ben de entel oldum yaşasın!"
ya da pek şahane insan tuuuçe sayko'nun da dediği gibi "ollleeeyyy ben de entel oldum yaşasın!"
çiki çiki baba
bu gün ve dün yayılmakla daralmak arasında gittim geldim. dün aslında güzel bir gündü. bütün gün dinlendim. kitap okudum, dizi seyrettim, anim seyrettim - full metal alchemist'e başlayabildim sonuda- deniz için yazacağım yazının araştırmalarını yaptım, pazartesi görgünle okuldan aldığımız metis bilimkurgu serisi kitaplarımla ilgilendim keyifliydi yani. hele akşam nilim gelince daha da güsel oldu. ne zamandır akşam oturması yapmamıştık beraber, keyfimden dört köşe oldum. bir de üstüne sonunda spora yazılabileceğim ortaya çıkınca geniş bir sırıtış yerleşti yüzüme. önce prop teslimi, sonra sarmac, sonra nil, sonra spor... pek lezizdi.
bu gün pek öyle başlamadı ne yazıkki, full metal seredeceğim diye saatlerce sandalyeme tünediğim ve havalarda feci olduğu için deliler gibi kuyruk sokumum ağrıyordu. sonra dizi yerine seda sayan seyretmek zorunda kaldımki korkunçtu. sonra gene araştırma, sonra tülin gelmesi - çok özlemişim- sonra tülinin arkadaşına makyaj yapmaca, sonra hastaneye gidip tülinin bebeğinin fotoğrafını çektirmece - ay daha fasulye kadar ablasıııı, bi daha gittiğimizde kollarını falan görücekmişiz - eve gelmece yemek yemece, film seyretmece. bak şimdi yazınca bir sürü şey yapmışım bu günde ama ben şikayet edilcek uyuz bir gün geçirdiğimden emindim. neyse.
bu gün pek öyle başlamadı ne yazıkki, full metal seredeceğim diye saatlerce sandalyeme tünediğim ve havalarda feci olduğu için deliler gibi kuyruk sokumum ağrıyordu. sonra dizi yerine seda sayan seyretmek zorunda kaldımki korkunçtu. sonra gene araştırma, sonra tülin gelmesi - çok özlemişim- sonra tülinin arkadaşına makyaj yapmaca, sonra hastaneye gidip tülinin bebeğinin fotoğrafını çektirmece - ay daha fasulye kadar ablasıııı, bi daha gittiğimizde kollarını falan görücekmişiz - eve gelmece yemek yemece, film seyretmece. bak şimdi yazınca bir sürü şey yapmışım bu günde ama ben şikayet edilcek uyuz bir gün geçirdiğimden emindim. neyse.
Çarşamba, Ekim 11, 2006
mutlu bakış v.2 -toplu gösterim.
sanırım hazirandan beri en mutlu, en huzurlu olduğum an bu kağıtları elime aldığım andı. evet evet.
hiç bişey demiyorum. bi insan şunu görüp nasıl mutlu olmaz?
bu bizim bölümün önünden boğaz manzarası fotoğrafı. okulda en sevdiğim yer. kendimi burada çok huzurlu hissediyorum.
efenim bu fotoğraf pazar gününün en mutlu anını belgeliyor. uyku saati. çok sıkıcı bir pazardı ve bittiği için şu an bile mutluluk duyuyorum.
Salı, Ekim 10, 2006
oleeey
ay çok heyecanlıyım nerden başlayacağımı bilemiyorum! 2-3 hafta önce gecenin bir yarısı "nolucam ben bu hayatta" diye krize girip psikolojiyle ilgili sayfaları dolaşmaya başlamıştım. derken bir şekilde sarmac'ın sayfasına denk geldim ve orada 7. sarmac konferansında çalışmak istiyorsanız bana mail atın yazn bir yer buldum ve attım netekim. bir kaç yazışmadan sonra bu gün cevap geldi! evet para vermiyorlar ama gene de büyük bir şey benim için: konferansa başvuran proposalları review edeceğim! ve konferans başladığında da registration işlemlerine yardımcı olacağım. bekle beni psikoloji ben geliyorummm!!
Pazartesi, Ekim 09, 2006
proppppp
evet yaptım. sonunda proposalımı gönderdim. az sonra evden çıkıp çıktısını alıp birde yazılı halini götüreceğim. şimdi artık bekleme zamanı. sıçtım mı, alnımın akıyla çıktım mı, ne kadar feci ya da iyi bir şey verdim göreceğiz hep beraber.
Pazar, Ekim 08, 2006
indeks
çalışmayı hiç özlemedim ama insanları çok özledim. berrini özledim çok, kumpas kurup mutfağa kaçmalarımızı, sarılıp ağlaşmalarımızı, gizli gizli çevirdiğimiz işleri, içimdeki herşeyi ona söyleyebilmeyi, hayal kurmayı, onu bunu çekiştirmeyi, sakinleştirmeyi ve sakinleştirilmeyi. sonra eseni özledim, her sabah mutfağa ışık saçarak girmesini, hep güzel ve bakımlı görünmesini, işvesini cilvesini. hakanı özledim, deli deli bakmasını, ona buna sataşmasını, laf dalaşına girmeyi, msnde sözleşip mutfakta buluşmayı. umutu özledim, her durumda destek olmasını, yol göstermesini, yeşimi anlatmasını, esprilerini. diğerlerinide özledim. bi de görgünle aynı iş yerinde olmayı özledim. artık ne okul var ortak, ne iş. taşınıcak bi de yakında unutucak beni biliyorum. :(
yarın ola hayrola
yarın çok çılgın bir program beni bekliyor. sabah erken kalkıp dizilerimi seyredeceğim. house'un yerine ne gelecek, numbers'da bu hafta neler olacak, gibbs bu bölümde yakışıklı teröristi yakalayabilecek mi gibi hayati önemi olan sorularımın cevabını yarın 9-11 arası bir maratonla alacağım. sonra evden çıkıp taksime gideceğim, bitirdiğim - evet yanlış duymadınız, görgün sayesinde bitirdiğim- proposalımın çıktısını alacağım babamda. sonra taksimdeki ifsak fotoğraf bienali sergilerini gezeceğim. oradan çıkıp okula gideceğim ve tezcanla buluşacağım. görgünle manzarada, bölümün önünde ya da ortakantinin ordaki merdivenlerde kahve içeceğim. çok işim var çooookk!
feminist rot
çok çok çok sinir olduğum iki şey var, kadınlara karşı yapılan haksızlıklara sinir oluyorum zaten ama bu ikisi kadınları düşünürmüş gibi yaparak yapıldıkları için özellikle gıcık ediyorlar beni.
Birincisi kadın yerine bayan denmesi. şöyleki eşleşmeler şunlar: oğlan-kız, kadın-erkek, herif-karı, bay-bayan. hal böyleyken şöyle bir durum mevzu bahis: erkekler ve kadınlardan bahsederken bir kadına kadın demek ayıp tü kaka, kaba bir şeymiş gibi bayan deniyor. "orası erkekler tuvaleti, bayanlar tuvaleti yanda. bayanlar bu konuda erkeklerden daha hassas. vs. vs." duyun sesimi, kadın olmak utanılacak sakınılacak kibarlaştırılması gereken bir şey değil.
ikincisi de kadın ekleri. gazetelerin kadın eki diye bir şey var. burç yorumları, magazin, makyaj önerileri, rüya yorumları falan burada oluyor. erkek eki diye bir şey var mı? yok. çünkü gazetenin kendisi, yani dünya ve memleket meseleleri, ekonomi, spor, ciddi köşe yazılarının bulunduğu kısım erkeklerin kabul ediliyor. yani kadınlar, boş kafalı zavallılar olarak bunlardan sıkılır ve bu konularla ilgilenmez kabul edilip ay hadi bak onlar içinde bişiler yaptık ne kadar şahane yayıncılarız biz böyle aman allahım denerek kadınlar hem aşağılanıyor, hem de ilgilenmeleri gereken şeyler kadınlara dikte ediliyor. aaa ne gazetesi canım, bak kadın eki var orda, sen son çıkan rimelleri, sonbahar modasını ve burcunu falan oku hadi bakiyim.
sinir oluyorum, sinir.
Birincisi kadın yerine bayan denmesi. şöyleki eşleşmeler şunlar: oğlan-kız, kadın-erkek, herif-karı, bay-bayan. hal böyleyken şöyle bir durum mevzu bahis: erkekler ve kadınlardan bahsederken bir kadına kadın demek ayıp tü kaka, kaba bir şeymiş gibi bayan deniyor. "orası erkekler tuvaleti, bayanlar tuvaleti yanda. bayanlar bu konuda erkeklerden daha hassas. vs. vs." duyun sesimi, kadın olmak utanılacak sakınılacak kibarlaştırılması gereken bir şey değil.
ikincisi de kadın ekleri. gazetelerin kadın eki diye bir şey var. burç yorumları, magazin, makyaj önerileri, rüya yorumları falan burada oluyor. erkek eki diye bir şey var mı? yok. çünkü gazetenin kendisi, yani dünya ve memleket meseleleri, ekonomi, spor, ciddi köşe yazılarının bulunduğu kısım erkeklerin kabul ediliyor. yani kadınlar, boş kafalı zavallılar olarak bunlardan sıkılır ve bu konularla ilgilenmez kabul edilip ay hadi bak onlar içinde bişiler yaptık ne kadar şahane yayıncılarız biz böyle aman allahım denerek kadınlar hem aşağılanıyor, hem de ilgilenmeleri gereken şeyler kadınlara dikte ediliyor. aaa ne gazetesi canım, bak kadın eki var orda, sen son çıkan rimelleri, sonbahar modasını ve burcunu falan oku hadi bakiyim.
sinir oluyorum, sinir.
yeni köşe
şöle bişey yapmaya karar verdim bundan sonra. bakıp da mutlu olduğum şeyleri, becerebilirsem günlük, beceremezsem raslantısal aralıklarla size de göstericem. böylece benden uzakta olan ama çok özlediklerim ki onlar kendilerini bilirler, benimle göremedikleri şeyleri görme fırsatı da bulurlar hem.
cumartesi mızıldanması
bu gün bi sürü şey yaptım. köprü altına gittim. gazete okudum kahve içtim balık ekmek yedim. aksaraya anılın evine gittim. nili gördüm. ocakbaşına gittim. elma votka ve rakı içtim. dart oynadım. görgün ve vaheyle dabıl deyt yaptım. profil yaptım kendime, fotoğraf yüklemeyi beceremedim. kırmızı ruj sürdüm. meltem için istanbul fotoğraları serime devam ettim. yeni küpelerimi ilk defa taktım ve pantolon giydim.
Cumartesi, Ekim 07, 2006
düt
cumartesi günleri güzelken pazarları neden o kadar güzel olmuyorlar acaba? yani pazartesi sendromu desem, kendi kendimi haksız çıkartıyorum. neticede şu aralar pazartesileri gidecek bir işim olmamasına rağmen pazarları sevmiyorum. bazı pazarlar güzel olabiliyor, ama çoğu değil. pazar deyince aklıma miskinlik, uyuşukluk düzensiz yemek saatleri, cnbc-e dizileri (ki bu güzel kısmı), akşama doğru basan darallar, gece uyuma fikrinin bile sıkıcı gelmesi gibi şeyler geliyor.
napalım. durum bu.
napalım. durum bu.
Cuma, Ekim 06, 2006
işte böyle bir şeyy...
hayallerim, evim ve sen
şimdi şöyleki bence bir evde mutlaka olması gereken 2 şey var yapısal olarak: biri küvet öbürü balkon. bunların olması mecburiyet. sabah kahvemi içeceğim iki sandalye ve bir masa sığacak bir balkon ve gerilen sinirlerimi gevşeteceğim içinde yatılabilecek uzunlukta, mümkünse ayaklı bir küvet.
eğer bu ikili mevcutsa yapısal olarak o kadar şart olmayan ama olursa güzel olacak şeyler de şunlar: geniş bir mutfak, kare odalar, hoş bir oturma odası ve mümkünse böyle diz hizzasına kadar inan camlar. yani ölümcül diil tabi bunlar. ben balkon ve küvetlede idare edebilirim.
sonacıa efendim, dekorasyonda olmazsa olmaz, mecburilerim ise şöyle: güzeeeeeellllll ama sade kitap rafları, sallanan bir koltuk ve rahat yumuşak bir kanepe.
ah bi ah keşke o eski binbir çekmecesi olan şahane yazı masalarından olsa. ama onlar çok pahalı. o yüzden 8 yaşımdan beri istememe rağmen asla sahip olamadım.
içimde uktedir.
eğer bu ikili mevcutsa yapısal olarak o kadar şart olmayan ama olursa güzel olacak şeyler de şunlar: geniş bir mutfak, kare odalar, hoş bir oturma odası ve mümkünse böyle diz hizzasına kadar inan camlar. yani ölümcül diil tabi bunlar. ben balkon ve küvetlede idare edebilirim.
sonacıa efendim, dekorasyonda olmazsa olmaz, mecburilerim ise şöyle: güzeeeeeellllll ama sade kitap rafları, sallanan bir koltuk ve rahat yumuşak bir kanepe.
ah bi ah keşke o eski binbir çekmecesi olan şahane yazı masalarından olsa. ama onlar çok pahalı. o yüzden 8 yaşımdan beri istememe rağmen asla sahip olamadım.
içimde uktedir.
başlık şeysi
tatataaammm! artık benim de postlarım başlıklı olucak. dün görgünle yaptığımız uzun bilimsel tartışmalar sonucunda bunun standart bir uygulama olduğunda ve benim ayarlarımda bir karışıklık olduğunda hemfikir olduk. aradım taradım, araştırdım, yaklaşık 3 saat 34 dakika 3 saniye iştiare yattım ve sorunu çözdüm. bir yerlerdeki bir no yu yes yaptım ve işte karşınızda başlıkların baş döndürücü dünyası.
Perşembe, Ekim 05, 2006
biliyorum bir kısmınız "nolcak ki kızım, daha dün gördün sevgilini otur çalış işte töbe töbeee" diyor ve cıkcıkcık nidalarıyla birlikte kafanızı bir o yana bir bu yana sallıyorsunuz. belki içinizden bir kaçı "bırak yaa bırak yaa" diyor şahan'ı taklit ederek ve belki de bu taklidi beceremeyerek. hatta ve hatta bazılarınız "sen fedakarlık görmemişsin, biz yüce ulusun torunları fedakarlık nedir teee en içimizde hissederek büyüdük. fedakarlık dediğin kan ve can vererek olur akıllım" diyor. ama öyle demeyin, beni hor görmeyin, fedakarlığıma zeval etmeyin. o benim biriciğim moda da yanında sokulacak burcusu yok, gökçem hele mızıldanacak arkadaşı yok, kadıköyüm hele içecek bir burcusu yok. kendimi değil onları düşünüyorum ey okur. kendimi aha şu kadar düşünüosam namerdim!
evet sayın seyirciler, beklenen an geldi: Sizlere bu akşam pek sevgili ve şahsına münhasır görgün hanımefendinin naçizane odasından sesleniyorum. ilk geldiğimde saatte 3 kere kafamı vurduğum çatı katının eğimli duvarlarından 1 metre ötede, görgün hanımın çalar saatiyle kesişmek suretiyle yazıyorum. kafamı kaldırır kaldırmaz gördüğüm siyah beyaz iki fotoğraf dimağımı açarken, ben bu gün ilk defa tezim için özel hayatımdan fedakarlık yapmış olmanın tuhaf burukluğunu yaşıyorum. evet, bu gün tezim için fedakarlık yaptım. kadıköyde volkan ve gökçeyle içebilecekken, oturup proposalı bitirmeyi tercih ettim. bir yandan kendimde bunu yapacak ve sevdiceğimin "nolur sen de gel" diyen o yumuşak ve tatlı sesine karşı koyacak gücü bulduğum için gururlu, bir yandan da sevgilim sıcak kolları yerine bir bilgisayarın plastik tuşlarıyla birlikte olmak zorunda olduğum için mutsuzum. ama no pain no gain sayın seyirciler. ne kaa ekmek o kaa köfte! yapacak bir şey yok. uzun vadede hem benim hem volkanımın hem de görgünün akıl ve ruh sağlığını korumak, yakın çevremdeki insanları tez bitmedikçe artmaya devam edecek olan çirkefliğimden sakınmak için bu fedakarlığı yapmaya mecburum. ah mecburum!
arkadaşlar yeni bi kampanya başlatıyorum. hepinizin dört gözle beklediği ve yaşasın sonunda dediğini duyar gibiyim. hey gidi hey. neyse kampanyam şudur: bundan sonra direk bu siteyi arayan anahtar kelimeler kullanarak giren zat-ı şahaneler ya yorum, ya da misafir odasına bişiler yazacaklar. nası? şahane di mi? yani adımı soyadımı yazmış girmişler, böle direk beni aradıklarını belirten kelimelerle gelmişler, hoşgelmişler sefa gelmişler, aman da ne iyi etmişler gelmişler sayın okurum! okur bizim velinimetimiz değildir de nedir? okurumuzdur neticesinde. bundan kelli, bu satırların paranoyak yazarına bir kıyak geçip bir selam etse, iki hoşbeş yapsak fena mı olur? yo yo yo bilakis, şahane olur.
mmm, dur bi daha düşüniim. evet düşündüm bi daha, tekrar sölüyorum, şahane olur.
mmm, dur bi daha düşüniim. evet düşündüm bi daha, tekrar sölüyorum, şahane olur.
bu akşam keşanlı ali destanı'nı izledik. güzeldi çok. başlangıçta hala geçen haftaki oyunun etkisinde olduğumuz için yadırgadık. tarzlar çok farklı sonuçta, birinde oyuncunun burnundaki kılları görüosun öbüründe anfi tiyataroda gibisin. ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra çok keyif alarak izledim. yarın oyunla ilgili görüşlerimi de yazacağım. ama şu an yorum yapmak için fazla uykuluyum. anca saçmalamak gelir elden.
Salı, Ekim 03, 2006
tezi yazdıktan sonra ilk işim bavyeralı yı okumak olacak. kafamda başka bişi varken ona yeterince kendimi veremeyeceğimi düşündüğümden okumuyorum. oysa o bütün beynimi hakediyor çünkü aylarca kafamda yarattığım anlatım şekilleri, betimlemeler, karakterler her şey yazıya dökülmüş bir halde elimde olacak. tezi sunduğum gün gidip çıktısını alacağım ve ertesi gün belki de bir hafta sonra - heyecanı artırmak için- okumaya başlayacağım.
ah bavyeralı seni o kadar özledim ki.
ah bavyeralı seni o kadar özledim ki.
eğitime gitmek istiyorum, ankaraya gitmek istiyorum. denizi görmek istiyorum. mushuyu sevmek istiyorum.
bi de odamdan artık nefret etmiyorum. basmıyor artık bana. delice kutu almam, depolama yapmam, bambu perdeler, azalan eşyalar, düzelen kitaplık ve kutukutu penseler işe yaradılar sanırım. odamdan kaçma hissim son buldu sonunda.
bi de odamdan artık nefret etmiyorum. basmıyor artık bana. delice kutu almam, depolama yapmam, bambu perdeler, azalan eşyalar, düzelen kitaplık ve kutukutu penseler işe yaradılar sanırım. odamdan kaçma hissim son buldu sonunda.
dün sonunda proposalımın sonunu yazmak için bişiler yaptım. daha doğrusu bu konuda bana yaptırım uygulandı. görgün bütün sorunlarımı görmezden gelerek beni yazmaya zorladı. başlangıçta yetersizlik hissi o kadar baskındı ki, yazdığım her cümleyi tek tek görgüne gönderiyordum. bir süre sonra 4-5 cümlelik toplu gösterimler yapmaya başladım.
yazmaya başladığım anda kalbim deli gibi çarpmaya başladı. ellerim ve ayaklaırm buz gibi oldu. resmen kanım çekildi. ellerim titremeye başladı. sonra bir süre sonra deli gibi sıcak bastı. sonra tekrar üşümeye başladım. yaklaşık 3 saat süren yazma seansıma derin bir panik duygusu eşlik etti. sürekli olarak bilgisayarın başından kaçıp gitme isteğiyle savaştım. dayandım. sonunda deliliğe iyice yaklaştığım bir noktada, method bitiverdi. o anda kendimi çok tükenmiş hissettim.
giyindim, evden çıktım yürümeye başladım. volkanı aradım. inanılmaz bi ait olmama ve ne yaptığını bilememe hissiyle doluydum. telefonda motor gibi konuştum, güldüm, ağladım, kızdım (ki bu durumla alakası yok, sözleşmiştik o gün için!) sonunda telefonu kapattım. ve derin bir mutsuzluk çöktü üstüme. o kadar mutsuz hissettim ki kendimi. babama uğradım, çıktı aldım. gittim bi kafeye oturup present study yazmaya başladım. bu mutsuzluk ve onunla beraber mızıldanan panik hissi giderek arttı. sonnda çareyi kendime klasik müzik cdleri almakta ve trafikte geçecek 1,5 saatimi strauss'un ünlü valslerini dinlemekte buldum.
şu an deliliğim geçti. ama hala bir yorgun, biraz üzgün, hafiften sarsılmış hissediyorum kendimi.
yazmaya başladığım anda kalbim deli gibi çarpmaya başladı. ellerim ve ayaklaırm buz gibi oldu. resmen kanım çekildi. ellerim titremeye başladı. sonra bir süre sonra deli gibi sıcak bastı. sonra tekrar üşümeye başladım. yaklaşık 3 saat süren yazma seansıma derin bir panik duygusu eşlik etti. sürekli olarak bilgisayarın başından kaçıp gitme isteğiyle savaştım. dayandım. sonunda deliliğe iyice yaklaştığım bir noktada, method bitiverdi. o anda kendimi çok tükenmiş hissettim.
giyindim, evden çıktım yürümeye başladım. volkanı aradım. inanılmaz bi ait olmama ve ne yaptığını bilememe hissiyle doluydum. telefonda motor gibi konuştum, güldüm, ağladım, kızdım (ki bu durumla alakası yok, sözleşmiştik o gün için!) sonunda telefonu kapattım. ve derin bir mutsuzluk çöktü üstüme. o kadar mutsuz hissettim ki kendimi. babama uğradım, çıktı aldım. gittim bi kafeye oturup present study yazmaya başladım. bu mutsuzluk ve onunla beraber mızıldanan panik hissi giderek arttı. sonnda çareyi kendime klasik müzik cdleri almakta ve trafikte geçecek 1,5 saatimi strauss'un ünlü valslerini dinlemekte buldum.
şu an deliliğim geçti. ama hala bir yorgun, biraz üzgün, hafiften sarsılmış hissediyorum kendimi.
Pazartesi, Ekim 02, 2006
Pazar, Ekim 01, 2006
efenim sıkıcı bir pazar gününde daha saati 17.20 etmiş bulunuyorum. camlarında bambular olan, masa altı kutularla dolu kendi haline bir düzensizlik abidesi olan odamda hafifçe üşüyerek oturuyorum. mantı yemiş ve bu mantıyı bol sarımsaklı yoğurtla yemiş olmamın kalçalarıma ekleyeceği yağları düşünmeye, düşen tansiyonum nedeniyle pek fırsat bulamıyorum. hala pijamalarımla oturuyor olmamı ders çalışmıyor olmamdan sorumlu tutup, bu durumu değiştirmek için de hiç bir şey yapmıyorum. sanırım kalkıp üzerimi değiştirmeli, klasik müzik seçmeli ve şunun şurasında dizilerimin başlamasına kaç saat kaldı ki diyerek ders çalışmaya başlamalıyım. evet.
bu gün avşarı çok özledik. önce volkanla taksime çıktığımızda aramak istedik avşarı. sonra yemek yerken. sonra bi buçuktan çıkarken aramak istedik, sonra docstarda otururken. sonra balo stage e gittik. orda gene avşarı özledik. sonra get down on it çaldı ve ve bütün grup avşar için avşar gibi dansetmeye çalıştık. sonra gene avşarı özledik.
Cuma, Eylül 29, 2006
Çarşamba gecesi volkanımla beraber Bug/Böcek isimli bir oyunu izlemeye gittik. Sevdiceğimin trt2de tanıtımını izlemesi üzerine coşması ve bizim de tatile giren devlet ve şehir tiyatroları yüzünden tiyatro açlığımızın başımıza vurması sonucunda 20 milyon bayılıp pıtır pıtır mısır apartmanının 4. katındaki tiyatro dot da yerlerimizi aldık. geçenlerde starbucksta karşılaştığımı yazdığım ve hasta olduğumu buradan bütün dünyaya ibraz ettiğim çok şahane ve müstesna insan murat daltaban oyunun yönetmenliğini üstlenmiş. Oyuncu kadrosu ise Tülay Günal, Alper Kul, Serhat Kılıç, Selen Uçer ve Gökçer Genç'den oluşuyor. Oyun başlasın diye beklerken gördüğümüz Murat Daltaban'a volkanla ben sürekli "seni çok seviyoruz", "çok şahanesin", " hayranız sana" demek istedik bir kısmını da kısık sesle söyledik. oyuncu olarak hastasıydık zaten kendisinin ancak yönettiği oyunu izleyince bu hastalık aldı başını gitti.
oyun çok çok çok çok iyiydi. ilk yarıda kendimi sıradan bir amerikan dramı izleyeceğime inandırmıştım. hapisten çıkan şiddet eğilimli eski eş, uyuşturucu bağımlısı çocuğunu kaybetmiş anne, annenin lezbiyen arkadaşı ve bu arkadaş sayesinde hayatına giren belli ki sorunlu ama iyi niyetli genç delikanlı. bu göreceli olarak tanıdık senaryo iyi oyuncular ve güzel bir dekor sayesinde hoş bir seyirlikti. seyirciler oyuncuların dibinde oturdukları için volkanın deyimiyle kimse -mış gibi yapamıyordu. çat çut birbirlerine girdikleri sahnelerde sırtımın iyice gerildiğini farkettim. sonra araya çıktık ve ikinci yarıyı izlemek üzere yerlerimizi aldık. ve işte oyunun ikinci yarısı başladığı anda her şey değişti sayın okur! bu nasıl bir tempo, bu ne şahane oyunculuk, bu nasıl bir yönetmenliktir? oyun bizi bir saniye bile avcundan bırakmadı. bazı sahneleri nefesimi tutarak izledim. bakamdığım sahneler bile oldu. agnes ve peter karakterlerine oyuncular o kadar o kadar bürünmüşlerdi ki, o kadar gerçekti ki, yani anlatamam size mutlaka izlemeniz lazım. oyun bittikten sonra bir süre kendimize gelemedik. "bir duralım biz en iyisi biraz" diyerek bi süre sustuk. konuşmaya başladığımızdan beri de herkese ne kadar şahane bir oyun olduğunu anlatıp duruyoruz.
Dediğim gibi mutlaka izlenmeli o yüzden işte buyrun:
biletixde biletler öğrenci 24 tam 34.
tiyatro dot'dan mail order yöntemiyle alırsanız öğrenci 20 tam 30.
tiyatro dot un web adresi http://www.go-dot.org/ oyun ekim sonuna kadar çarşamba-perşembe-cuma-cumartesi saat 20.30 da izlenebilir.
oyun çok çok çok çok iyiydi. ilk yarıda kendimi sıradan bir amerikan dramı izleyeceğime inandırmıştım. hapisten çıkan şiddet eğilimli eski eş, uyuşturucu bağımlısı çocuğunu kaybetmiş anne, annenin lezbiyen arkadaşı ve bu arkadaş sayesinde hayatına giren belli ki sorunlu ama iyi niyetli genç delikanlı. bu göreceli olarak tanıdık senaryo iyi oyuncular ve güzel bir dekor sayesinde hoş bir seyirlikti. seyirciler oyuncuların dibinde oturdukları için volkanın deyimiyle kimse -mış gibi yapamıyordu. çat çut birbirlerine girdikleri sahnelerde sırtımın iyice gerildiğini farkettim. sonra araya çıktık ve ikinci yarıyı izlemek üzere yerlerimizi aldık. ve işte oyunun ikinci yarısı başladığı anda her şey değişti sayın okur! bu nasıl bir tempo, bu ne şahane oyunculuk, bu nasıl bir yönetmenliktir? oyun bizi bir saniye bile avcundan bırakmadı. bazı sahneleri nefesimi tutarak izledim. bakamdığım sahneler bile oldu. agnes ve peter karakterlerine oyuncular o kadar o kadar bürünmüşlerdi ki, o kadar gerçekti ki, yani anlatamam size mutlaka izlemeniz lazım. oyun bittikten sonra bir süre kendimize gelemedik. "bir duralım biz en iyisi biraz" diyerek bi süre sustuk. konuşmaya başladığımızdan beri de herkese ne kadar şahane bir oyun olduğunu anlatıp duruyoruz.
Dediğim gibi mutlaka izlenmeli o yüzden işte buyrun:
biletixde biletler öğrenci 24 tam 34.
tiyatro dot'dan mail order yöntemiyle alırsanız öğrenci 20 tam 30.
tiyatro dot un web adresi http://www.go-dot.org/ oyun ekim sonuna kadar çarşamba-perşembe-cuma-cumartesi saat 20.30 da izlenebilir.
Çarşamba, Eylül 27, 2006
Salı, Eylül 26, 2006
dün volkanla saatlerce konuştuktan sonra tezle ilgili neden bu kadar zorlandığıma dair daha fazla bilgi sahibiyim. tez konumu uzun süre kafamda geliştirip ne yapacağımdan emin olduktan sonra yaklaşık 3 dakika içinde başka bir tez konusuyla başbaşa kalmış olmam büyük etken sanırım. tez konusu tepeden hop diye geldiği ve düşünme aşaması sekteye uğradığı için kafamda bir türlü tam olarak oturtamıyorum hiç bir şeyi. kafamdakiler oturmadığı için de sürekli bir yetkin olmama hissi hakim. bu durumda biraz zaman kaybetmeyi göze alarak her şeyi baştan tekrarlamaya karar verdim. bakalım nolucak.
uzun bir konuşmanın ve uykusuz bir gecenin ardından geldiğim nokta bu. nolur bilmiyorum ama rahat bir uyku uyuyabileceğimi umuyorum bu gece.
uzun bir konuşmanın ve uykusuz bir gecenin ardından geldiğim nokta bu. nolur bilmiyorum ama rahat bir uyku uyuyabileceğimi umuyorum bu gece.
bugün kendime iki film birden kuşağı yaptım. landlord ve alice doesn't live here anymore u seyrettim. aslında başka planlarm vardı. makale okumak gibi. teyzeme gitmiycem bi daha. orası da çalışılabilirliğini kaybetti sanırım. neyse. şöyle bir tesbitte bulundum.
filmlerde hiç sinek yok. eğer sineğin filmde bir rolü yoksa, ne biliim insanlara saldırmıyorlarsa ya da insanlar sineklere dönüşmüyorsa ya da eğer dekor amaçlı değillerse, indiana jones tarzı filmlerdeki gibi misal, filmlerde sinek yok. böyle pencelere açık yaz vakti sıcak insanlar büyülk büyük laflar ediyorlar, ama ortada bi tane sinek yok. e nerde kaldı sizin inandırıcılığınız? bu gün alice de bir sahnede bir kara sinek görünüp kayboldu. çok güzeldi bence.
filmlerde hiç sinek yok. eğer sineğin filmde bir rolü yoksa, ne biliim insanlara saldırmıyorlarsa ya da insanlar sineklere dönüşmüyorsa ya da eğer dekor amaçlı değillerse, indiana jones tarzı filmlerdeki gibi misal, filmlerde sinek yok. böyle pencelere açık yaz vakti sıcak insanlar büyülk büyük laflar ediyorlar, ama ortada bi tane sinek yok. e nerde kaldı sizin inandırıcılığınız? bu gün alice de bir sahnede bir kara sinek görünüp kayboldu. çok güzeldi bence.
Cuma, Eylül 22, 2006
elifle çılgın planlar yaptık salı günü. çalar saat almamın ardından çalışmaya benden bağımsız sebepler yüzünden başlayamamış olmam çok canımı sıkıyordu. elifle uzun uzun konuştuk ve belli başlı çıkarımlara vardık:
1. zamanında kendimizi hırpalamamız bu gün bize bir keyfe düşkünlük olarak geri dönüyor. (lise sondan beri öyle ya da böyle bir şekilde çalışıyoruz- çalışkan öğrencilerdik- hep aynı anda 45 şeye yetişmeye çalışıyorduk. şimdi patladı tabi yaymak istiyoruz sürekli)
2. böyle uyuşuk ve tembel olmaya o kadar alıştık ki, başka türlü olduğumuz zamanları hatırlamıyoruz. varoluşumuz hep böyle süregelmiş gibi geliyor. bu da değişimi zorlaştırıyor.
3. bir yapamama hissi haiz üstümüzde nedensiz.
4. bütün bunlardan çok sıkıldık artık böyle olmak istemiyoruz.
yani eskiden ne kadar cevval olduğumuzu hatırladık. bu da beraberinde "neden şimdi de cevval olmayalım" sorusunu getirdi. beraberce cevvalleşme çalışmalarına başlıyoruz. hem de ertelemeden. en büyük derdimiz her şeyi ertelemek zaten. o gün itibariyle kararımızı uygulamaya başladık.
bir de elifin söylediği "gün 24 saat, 8 saat uyu, 8 saat çalış, 8 saat eğlen" mottosunu yerine getirmeye çalışacağız. şu aşamada çok başarılı olduğum söylenemez benim. daha çok "8 saat uyu 8 saat eğlen 4 saat sallan, 2 saat ev işi yap 2 saat çalışmaya çabala" gibi bir dağılım var. ama çalışmaya çabalıyor olmam bile üzerimdeki ölü toprağını atmaya çalıştığımı gösteriyor sanırım.
uf ama bi de o kadar yerleşmişki bazı hisler ve kalıplar, savaşması çok zor. şu yetersizlik hissinden bi kurtulsam daha ne isterim.
1. zamanında kendimizi hırpalamamız bu gün bize bir keyfe düşkünlük olarak geri dönüyor. (lise sondan beri öyle ya da böyle bir şekilde çalışıyoruz- çalışkan öğrencilerdik- hep aynı anda 45 şeye yetişmeye çalışıyorduk. şimdi patladı tabi yaymak istiyoruz sürekli)
2. böyle uyuşuk ve tembel olmaya o kadar alıştık ki, başka türlü olduğumuz zamanları hatırlamıyoruz. varoluşumuz hep böyle süregelmiş gibi geliyor. bu da değişimi zorlaştırıyor.
3. bir yapamama hissi haiz üstümüzde nedensiz.
4. bütün bunlardan çok sıkıldık artık böyle olmak istemiyoruz.
yani eskiden ne kadar cevval olduğumuzu hatırladık. bu da beraberinde "neden şimdi de cevval olmayalım" sorusunu getirdi. beraberce cevvalleşme çalışmalarına başlıyoruz. hem de ertelemeden. en büyük derdimiz her şeyi ertelemek zaten. o gün itibariyle kararımızı uygulamaya başladık.
bir de elifin söylediği "gün 24 saat, 8 saat uyu, 8 saat çalış, 8 saat eğlen" mottosunu yerine getirmeye çalışacağız. şu aşamada çok başarılı olduğum söylenemez benim. daha çok "8 saat uyu 8 saat eğlen 4 saat sallan, 2 saat ev işi yap 2 saat çalışmaya çabala" gibi bir dağılım var. ama çalışmaya çabalıyor olmam bile üzerimdeki ölü toprağını atmaya çalıştığımı gösteriyor sanırım.
uf ama bi de o kadar yerleşmişki bazı hisler ve kalıplar, savaşması çok zor. şu yetersizlik hissinden bi kurtulsam daha ne isterim.
dün çok çılgın bir gündü. sabah kalktım. deli gibi dolu ve yağmur yağarken okula gittim. tekcanla konuştum. kafamda tam oturmadı gene işler ama göreceli olarak daha iyi durumdayım. volkanla buluşup öğle yemeği yedim. sonra gittim ultrason çektirdim. ultrasonun temiz çıktı, ateş ve hastalık beynimde kalıcı hasar bıraktı mı bilmiyorum ama böbreklerim sağlam. sonra gittim tahlil yaptırmaya gittim. sonra eve geldim tas kebabı yaptım. sonra süslendim süslendim volkanla buluştum. sonra beraber yemek yedik, sinemaya gittik. my super ex girlfriend di seyrettik. atıştırma modundaydık zira. ama tabi benim "işte siz erkekler böylesiniz, süper kahraman olsak da tatmin olmuyosunuz, iş yerindeki sarışın ve parmağınızı yalayan karılara bakıyorsunuz" diye çıldırmam biraz abartı görünse de değildi. böyle şekerim. bu erkeklere yaranılmaz. benim sevgilim şahane o ayrı. neyse sonra gittik dart oynadık 5 oyun. crickette kendimi iyice geliştirdim. dün 3-2 yenildim volkana ama hem sadece 4 sayıyla hem de artık yirmiye atabiliyorum. sonra geldim. go go go diye bi oyun oynadım. gece geç yattım. yani böle zıpzıpzıp bi gündü sayın okuyucularım.
esen kalın.
esen kalın.
Perşembe, Eylül 21, 2006
Çarşamba, Eylül 20, 2006
bu gün pariste son tangoyu seyrettim. marlon brandonun hastasıyım. ama o kadın neydi öle sorarım size? o saçlar ne o kuzu gibi bakışlar ne? nesin sen kardeşim? terbiyesiz! vücudun güsel die hayret bişe!
ama o tereyağı sahnesi erkeklerden soğutur.
bi de sevmiyorum böyle biten filmleri ben. kampanya başlatıcam. filmler böyle bitmesin, kitaplar muğlak sonlanmasın.
ama o tereyağı sahnesi erkeklerden soğutur.
bi de sevmiyorum böyle biten filmleri ben. kampanya başlatıcam. filmler böyle bitmesin, kitaplar muğlak sonlanmasın.
hahah nanik nanik!
bi an geçen defakiler gibi yaptım, yazdım yazdım bi daha yazmıycam sandınız dimi?
belki de sanmamışınızdır bilmiyorum. blog yazmaya verdiğim uzun aradan sonra bu sayfanın eski takipçilerinden kimler kaldı, kalan var mı, ya da bu sayfa hala takipçi oluşturabilecek ilginçlikte mi bilmiyorum.
o zamanlar az blog vardı tabi sene teeeee kaç yani ben blog yazmaya başlayalı. bi de o dönem böle bi depresyon çiçeği olarak açıyordum buralarda. e malum depresyon alıcısı daha bol. ya da belki diildir. öle midir acaba? bilmiyorum sanursam galuba belküm - 7 numara diye bi dizi vardı, belki de 9 numaraydı çok hatırlamıyorum. orda kel kafalı dahi bi genç - yaklaşık 35 yaşlarında - abi vardı. bu abi ytü de asistandı sanıyorum. armağana aşıktı. armağan da kızların böle en derli toplu edepli aman da her derdin devası sendedir armağancım sorunuma bir çözüm, derdime bir çaareeeee si olanıydı. iki tane daha kız vardı. sonra onlardan birinin sevgilisi bizim liseden cenk oynamıştı. o cenk de lisedeyken çok hoş çocuktu. bunlar böyle cenk, can, engin tiyatro grubunun üç silahşörleriydiler. can sonra reklam okudu sonra nooldu bilmiyorum. engin hepileri kampüsistanda efendime söliim o şimdi asker gibi bi dizide, tarık akanın da oynadığı gülüm benim die bi filmde falan da oynadı, kenter tiyatrosunda galba şimdi, kenter tiyatrosu da dibimizde ama gitmedim hiç nedense, neyse cenk işte bu dizide vardı bi kaç böyle erkek arkadaş rolü daha oynadı. ama ben son gördüğümde - televizyonda tabi bayaa şişmanlamıştı şimdi nası bilemem. engin galiba bi de o yakışıklı okan yalabık ın arkadaşı ki bi dönem hastasıydım kendisinin.
ama artık yalnızca volkana hasta oluyorum bi de üst üriner sistemimi üşütüyorum.
bi an geçen defakiler gibi yaptım, yazdım yazdım bi daha yazmıycam sandınız dimi?
belki de sanmamışınızdır bilmiyorum. blog yazmaya verdiğim uzun aradan sonra bu sayfanın eski takipçilerinden kimler kaldı, kalan var mı, ya da bu sayfa hala takipçi oluşturabilecek ilginçlikte mi bilmiyorum.
o zamanlar az blog vardı tabi sene teeeee kaç yani ben blog yazmaya başlayalı. bi de o dönem böle bi depresyon çiçeği olarak açıyordum buralarda. e malum depresyon alıcısı daha bol. ya da belki diildir. öle midir acaba? bilmiyorum sanursam galuba belküm - 7 numara diye bi dizi vardı, belki de 9 numaraydı çok hatırlamıyorum. orda kel kafalı dahi bi genç - yaklaşık 35 yaşlarında - abi vardı. bu abi ytü de asistandı sanıyorum. armağana aşıktı. armağan da kızların böle en derli toplu edepli aman da her derdin devası sendedir armağancım sorunuma bir çözüm, derdime bir çaareeeee si olanıydı. iki tane daha kız vardı. sonra onlardan birinin sevgilisi bizim liseden cenk oynamıştı. o cenk de lisedeyken çok hoş çocuktu. bunlar böyle cenk, can, engin tiyatro grubunun üç silahşörleriydiler. can sonra reklam okudu sonra nooldu bilmiyorum. engin hepileri kampüsistanda efendime söliim o şimdi asker gibi bi dizide, tarık akanın da oynadığı gülüm benim die bi filmde falan da oynadı, kenter tiyatrosunda galba şimdi, kenter tiyatrosu da dibimizde ama gitmedim hiç nedense, neyse cenk işte bu dizide vardı bi kaç böyle erkek arkadaş rolü daha oynadı. ama ben son gördüğümde - televizyonda tabi bayaa şişmanlamıştı şimdi nası bilemem. engin galiba bi de o yakışıklı okan yalabık ın arkadaşı ki bi dönem hastasıydım kendisinin.
ama artık yalnızca volkana hasta oluyorum bi de üst üriner sistemimi üşütüyorum.
Salı, Eylül 12, 2006
çocukluğumdan beri kutulara düşkünlüğüm var. kutulara ve kremlere. kremler çok başka bir konu aslında. şimdilik kutular üzerinde durmak daha mantıklı gibi. evet. çocukluğumdan beri kutuları çok seviyorum. ayakkabı kutularını hiç bir zaman gönül rahatlığıyla atamadım misal. cam, palstik, porselen, seramik her çeşit kutunun hastasıyım ama karton kutuları daha çok seviyorum. şu anda odamda bi saniye sayayım, evet saydım tam 18 tane karton kutu var. diğer maddelerden yapılmış olanlarla irili ufaklı neredeyse 40 kadar kutuyu kutu kadar odama sığdırmış bulunuyorum.
bu kutu meraki sanıyorum ki ilkokulda kibrit kutularından el işi kağıdıyla kaplamak suretiyle ev yapmama dayanıyor. renkli kağıtlarla bezeleri kat kat minik kutu ve o kutulara koyabileceğim şeylerin hayali beni o kadar çok büyüledi ki, bir daha iflah olmadım.
ama şimdi bi dakka düşündüm de, biraz daha öncesi var bu işin. biz sabaş sokaktaki evimizdeyken - ben 4-5 yaşında olmalıyım - sürekli oynadığım metal, ağır, bronz renginde bir kutum vardı. sigaralık gibi bir şeydi, hani evlerde salonda misafir sigarası koymak ,için kullanılanlardan. abimin eski bir beslenme çantasını bana vermişti annem oynamam için. ben nereye gitsem o kutuyu çantanın içine koyup yanımda götürüyordum. her kapatıp açtığımda içinde başka bir büyülü oyuncak ya da onun gibi bir şey olacak sanıyordum.
durum şu anda bundan farklı değil. bir sürü ıvır zıvırı sürekli kutulayarak kaldırıyorum. fotoğraflar, palyaçolar, anılar - yarım bir 0.5 uç fuattan, düğme candan, paso başardan, kalem çöpü ipekten -, mektuplar, boyalar... binbir türlü şey binbir türlü kutuda.
arasıra odamı toplama bahanesiyle kutuları açıp içinde bir zamanlar değersizleştiği için kaldırılmış ama an itibariyle değerlenen ya da o zamanlar çok değerli olduğu için saklanmış ama artık anlamsızlaşan şeyler buluyorum.
bu post'u çocukluğun sevgili oyunlarından birinin şarkısıyla bitirmek istiyorum sayın okur evet.
kutuu kutuu penseeee elmamı yenseeeee, arkadaşım burcuuu, arkasını dönseeeee
bu kutu meraki sanıyorum ki ilkokulda kibrit kutularından el işi kağıdıyla kaplamak suretiyle ev yapmama dayanıyor. renkli kağıtlarla bezeleri kat kat minik kutu ve o kutulara koyabileceğim şeylerin hayali beni o kadar çok büyüledi ki, bir daha iflah olmadım.
ama şimdi bi dakka düşündüm de, biraz daha öncesi var bu işin. biz sabaş sokaktaki evimizdeyken - ben 4-5 yaşında olmalıyım - sürekli oynadığım metal, ağır, bronz renginde bir kutum vardı. sigaralık gibi bir şeydi, hani evlerde salonda misafir sigarası koymak ,için kullanılanlardan. abimin eski bir beslenme çantasını bana vermişti annem oynamam için. ben nereye gitsem o kutuyu çantanın içine koyup yanımda götürüyordum. her kapatıp açtığımda içinde başka bir büyülü oyuncak ya da onun gibi bir şey olacak sanıyordum.
durum şu anda bundan farklı değil. bir sürü ıvır zıvırı sürekli kutulayarak kaldırıyorum. fotoğraflar, palyaçolar, anılar - yarım bir 0.5 uç fuattan, düğme candan, paso başardan, kalem çöpü ipekten -, mektuplar, boyalar... binbir türlü şey binbir türlü kutuda.
arasıra odamı toplama bahanesiyle kutuları açıp içinde bir zamanlar değersizleştiği için kaldırılmış ama an itibariyle değerlenen ya da o zamanlar çok değerli olduğu için saklanmış ama artık anlamsızlaşan şeyler buluyorum.
bu post'u çocukluğun sevgili oyunlarından birinin şarkısıyla bitirmek istiyorum sayın okur evet.
kutuu kutuu penseeee elmamı yenseeeee, arkadaşım burcuuu, arkasını dönseeeee
Pazartesi, Eylül 11, 2006
bu günlerde çok fosforluyum. fosfor fosfor akıyor üstümden sıkıntım. sonra sinirim. sonra durup durup fosforlu fosforlu dansediyorum. fosfor kanıma mı karıştı nedir bilmiyorum. her tavrımda, halimde edamda bir fosfor aldı başını gidiyor. bu günde fosforlu iyiydim mesela. sabahki fosforlu gudubetliğimin üzerinden 5 dakika geçmeden tam bir balık burcu kadını olarak fosforlu bir neşeye gark oldum. çalar saatin ve şahane kasketin etkisi olmadı mı bunda? oldu elbet ancak asıl mesele insanda fosforlu olma isteği uyandıran puslu ve hopçiki serpmeli yağmurlu bir gün yaşanmasıydı şehirde. fosforlu bir alım ve çalımla dolaştım cıvır cıvır cevahirin mıcır mıcır koridorlarında. starbucksta kahve içerken yanımda salkım hanımın tanelerinde sarı gelin türküsünü ermenice söyleyen şahane insanın da bulunduğu bir grup tiyatrocu oturdu. onların muhabbetlerine kulak kabartıp belediye tiyatrolarının geleceği hakkında fikir sahibi olmaya çalışırken, penguen okuyarak fosforlu bir şekilde kıkırdıyordum.
aslında çok şaşırmamak gerek fosforlu oluşuma. ne de olsa ben bir balığım. üstelik palamutun mevsimi de geldi.
aslında çok şaşırmamak gerek fosforlu oluşuma. ne de olsa ben bir balığım. üstelik palamutun mevsimi de geldi.
sonunda başardım!
artık bir çalar saatim var. ve evet her şey düzelicek. aldığım yeni oda düzenleme malzemeleriyle odayoı ferahlattım. masayı aydınlattım. normalde sevdiğim ama bu aralar beni daraltan bir takım şeyleri kaldırdım.
çalar saatim çok şahanee! üstelik verdiğim paranın bir kısmı yardıma muhtaç çocuklara gidiyor.
Pazar, Eylül 10, 2006
herkesin aile ihtiyacı var. kalabalık ailelere olan bağlılığımız genlerimize işlemiş. ama bunun artık mümkün olmadığının da bilincindeyiz. aileler artık çok daha ufak, kalabalık olanlarsa oraya buraya dağılmış. şanslıysak 2 kardeşiz. şanslıysak yakınlarda bir yerlerde oturan sık görüşebildiğimiz akrabalarımız var.
şansızsak tam tersi elbette. üstelik görüşemedikçe akrabalık da zayıflıyor. ortak dil yok oluyor. kan bağından başka ortak noktası olmayan, birbirine anlatacak bir şeyi olmayan, olaylar karşısındaki tavırlara anlama veremeyen bir takım insanlar sürüsü haline geliyoruz.
ama bu şansızlığımıza rağmen şanslıysak, bir aile yaratmamıza imkan sağlayacak fırsatlar çıkıyor karşımıza. farklı kan bağları kuruyoruz aramızda. çocuklarımızın teyze amca diyebileceği insanlar katıyoruz hayatımıza.
çekirdek ailesi dışında akrabaları açısından şansı pek de çok olmayan bir insan olarak kendimi bu açıdan şanslı hissediyorum ben. kardeş-abla-teyze-amca gibi gördüğüm kan bağından daha kırmızı bağlarım olan insanlar var hayatımda. hastasıyım sanal ailemin.
şansızsak tam tersi elbette. üstelik görüşemedikçe akrabalık da zayıflıyor. ortak dil yok oluyor. kan bağından başka ortak noktası olmayan, birbirine anlatacak bir şeyi olmayan, olaylar karşısındaki tavırlara anlama veremeyen bir takım insanlar sürüsü haline geliyoruz.
ama bu şansızlığımıza rağmen şanslıysak, bir aile yaratmamıza imkan sağlayacak fırsatlar çıkıyor karşımıza. farklı kan bağları kuruyoruz aramızda. çocuklarımızın teyze amca diyebileceği insanlar katıyoruz hayatımıza.
çekirdek ailesi dışında akrabaları açısından şansı pek de çok olmayan bir insan olarak kendimi bu açıdan şanslı hissediyorum ben. kardeş-abla-teyze-amca gibi gördüğüm kan bağından daha kırmızı bağlarım olan insanlar var hayatımda. hastasıyım sanal ailemin.
içim sıkılıyo evdeki kalabalıktan. özellikle de yazı sabahtan akşama kadar evde tek başıma geçirdikten sonra. yani o zamanlar evde insan istiyodum ama ailemi istiyordum. annemi, babamı, abimi istiyordum. açılan kapıları hayatta kapatmayan, sürekli bağırarak konuşan, hiç bir şeye yardım etmedikleri gibi ortalığı daha da dağıtıp çöplerini toplamaya gerek görmeyen, insanın sessizlik hakkına saygı göstermeyen bir takım insanlar değil.
Cuma, Eylül 08, 2006
bakın mesela bu çok şahane hastası olunacak bir saat. ancak şöyle bir sorunu var ki alarmı yok. yani o tepedeki çan zırlamıyor. aslında iyi ki zırlamıyor. zırlıyor olsaydı asla bir çalar saatte mutluluğu bulamaz, gördüğüm her saatte onu arardım.
şöyle de bir durum var: çocuklar için yaratıcılık seti serisinden biri de çalar saat içeriyor. özel kalemleri ve saati var. saati istediğiniz gibi boyayabiliyorsunuz. üstelik zırlıyor da.
ah bi çalar saat alsam... her şey yoluna girecek.
dünden beri her yerde arıyorum. budun dakiler dandik çıktı. zırlamıyo bipliyolar. gerçek görünümlü sahte şeyler istemiyorum ben. sahte görünümlü sahtelerden alırım sahte bişey istesem. zırlayanları da var evet ama çok pahalı. bu gün tam istediğim gibi bi tane gördüm aslında. çok güzeldi. ama 35 milyondu. pahalı geldi. ama çok güzeldi. gümüş rengi ve pembeydi. üstelik edebiyle zırlıyodu. o kadar taktım ki bu saat meselesini sembol kafedeki fal seansından sonra nişantaşından eve kadar ne kadar saatçi ya da kırtasiye görsem girip saat sordum.
okullar açılıyo diye midir nedir, kimisi çalar saat kalmadı dedi, kimisi de çalar saat die bana dandik bipbipleyen vikvikleri gösterdi.
az sonra buraya ultimate çalar saatimin resmini koyacağım bulup. evet.
dünden beri her yerde arıyorum. budun dakiler dandik çıktı. zırlamıyo bipliyolar. gerçek görünümlü sahte şeyler istemiyorum ben. sahte görünümlü sahtelerden alırım sahte bişey istesem. zırlayanları da var evet ama çok pahalı. bu gün tam istediğim gibi bi tane gördüm aslında. çok güzeldi. ama 35 milyondu. pahalı geldi. ama çok güzeldi. gümüş rengi ve pembeydi. üstelik edebiyle zırlıyodu. o kadar taktım ki bu saat meselesini sembol kafedeki fal seansından sonra nişantaşından eve kadar ne kadar saatçi ya da kırtasiye görsem girip saat sordum.
okullar açılıyo diye midir nedir, kimisi çalar saat kalmadı dedi, kimisi de çalar saat die bana dandik bipbipleyen vikvikleri gösterdi.
az sonra buraya ultimate çalar saatimin resmini koyacağım bulup. evet.
içimde derin bi sıkıntı var. saatlerce acıklı şarkılar dinleyerek solitaire oynamak istiyorum. neden bilmiyorum. çok yorucu bi haftaydı. günde 4 kere anneme iğne yapmak zorunda olmak da cabası. avşar gitti. ırmak gitti. yemek yapıp annemin etrafında pervane olmak suretiyle geçiyor gündüzlerim. yoruldum. sıkıldım. o da yoruldu ve sıkıldı. bi insan bi sene içersinde bu kadar fazla yerini kırarsa, 3 ay eve mahkum olursa, sıkılır tabi.
uf ama yani yapmam gereken bir sürü şey var ve günün sonunda hiç birine gücüm kalmıyor.
üstelik zaten konsantrasyon sorunu yaşarken yarım saatte bir gelen "burcuuuu" "dudiiiii" sesleri arasında odaklanmak pek kolay değil.
uf ama yani yapmam gereken bir sürü şey var ve günün sonunda hiç birine gücüm kalmıyor.
üstelik zaten konsantrasyon sorunu yaşarken yarım saatte bir gelen "burcuuuu" "dudiiiii" sesleri arasında odaklanmak pek kolay değil.
sahibinin sesi çok şahane bi yer. eskiden de çok severdim zaten ama, hayatımın bir dönemine damgasını vurmuş bulunan ve bir yaz boyunca evimden fala zaman geçirip bütün çalışanlarıyla muhabbet kurduğum exit in yerine açılmış olması daha da sevilesi bir yer yaptı orayı. volkanla iki farklı anı dünyası kesişmiş gibi. exitte görüşmemiz, benim fotoğrafını çekmem 6-7 sene öncesi. sahibinin sesinde oturmamız, bakışmamız, taksimdeki ilk gecemiz ise 15 ay öncesi.
ama işte başka anılar yaratılıyor durmadan. eski türkçe şarkılar, artık bu dünyada olmayan insanların seslerinden dökülüyor. o şarkıların her birinde binbir anım var benim üstelik. ağladığım, güldüğüm, homurdandığım, kızdığım şarkılar. ama şimdi yalnızca şarkıyı söyleyerek ve mutlu hissederek sevgilimin gözlerine baktığım şarkılar.
sahibinin sesi böyle bir yer işte benim için.
anılar var olmaya devam ediyor. ve anılar yaratılıyor.
ama işte başka anılar yaratılıyor durmadan. eski türkçe şarkılar, artık bu dünyada olmayan insanların seslerinden dökülüyor. o şarkıların her birinde binbir anım var benim üstelik. ağladığım, güldüğüm, homurdandığım, kızdığım şarkılar. ama şimdi yalnızca şarkıyı söyleyerek ve mutlu hissederek sevgilimin gözlerine baktığım şarkılar.
sahibinin sesi böyle bir yer işte benim için.
anılar var olmaya devam ediyor. ve anılar yaratılıyor.
Perşembe, Eylül 07, 2006
Çarşamba, Eylül 06, 2006
kendime çalar saat almak istiyorum.sanki kendime bi çalar saat alırsam, bütün programsızlığım ve çalışmama durumum sona ericekmiş gibi geliyor. ama sıradan bir çalar saat istemiyorum.budun design daki çalar saatlerden istiyorum. en şirin olanlardan. ama öle inek sesi falan çıkarsın istemiyorum. edebiyle çalar saat gibi çalsın istiyorum. çalar saat sesiyle uyanırsam herşey farklı olucak gibi geliyor. cep telefonunun uyandırma servisi işe yaramıyor. çalar saat olması lazım. o zaman uykum düzene girecek ve tez yazmaya başlayabileceğim. hatta zayuflamam bile çalar saat almama bağlı. çünkü çalar saat alırsam düzene giren uykum sayesinde 12 de yatıp 8 de kalkıcam, spora gidicem. gelip kahvaltı edicem, sonra tez çalışcam, sonra mola vericem, sonra tez çalışcam sona mola vericem, sona tez çalışcam.
ama şimdi çalar saatim yok o yüzden ne uykum düzene giriyor, ne tez yazabiliyorum, ne de zayıflayabiliyorum.
ama şimdi çalar saatim yok o yüzden ne uykum düzene giriyor, ne tez yazabiliyorum, ne de zayıflayabiliyorum.
rüyamın ikinci bölümünde metrodan çıkmaya çalışıyordum. osmanbey çıkışından eve gidicekmişim. sağ dizim sakat olduğu için biricik sevgilim beni almaya aşağı inmiş. o ilk hani jetonların alındığı kat böyle kocamanmış, paristeki metro istasyonları gibi, içinde de bi tane gazete bayii varmış yeşil. deli gibi yağmur yağıyomuş. volkanı görüp böyle oh diorum. sona volkan bana dioki, hürriyet insan kaynaklarında yaprak hanımla el sıkışırken fotoğrafınız çıkmış. ben böle allah kahretmesin üf falan diorum, gidip gazete bayiinden hürriyet insan kaynakları gazetesi alıyoruz. gazetede fotoğrafı arıyorum ama bulamıyoruım. gazete böyle her sayfası başka başka hediyeler dolu, cep telefonlarını boyna asmak için binbir türlü şey var içinde. onlara sinir oluyorum. sona bi sayfada çeşit çeşit fırça var. onları çok seviyorum. sonra bulamıyoruz fotoğrafı sinir oluyorum ama allahtan bi sürü hediye çıktı diye de çok üzülmüyorum. bu arada çok ıslanıyoruz volkanla. merdivene binip yukarı çıkıyoruz.
bööle bitio. çok saçma bi rüyaydı aslında. ama yaprak hanımla fotoğraf kısmında kendimi çok yalaka hissettim. hem ne alaka şimdi yaprak hanım yani?
bööle bitio. çok saçma bi rüyaydı aslında. ama yaprak hanımla fotoğraf kısmında kendimi çok yalaka hissettim. hem ne alaka şimdi yaprak hanım yani?
dün gece rüyamda dünyanın sonu gelmişti. herkes bu bilgiden haberdardı. bütün insanlar kendi bölgelerinde apartmanların arka kısımlarında bir yerde duruyorlardı. şöyleki: apartmanlar büyük dikdörtgenlerin kenarlarına dizilmiş gibilerdi ve arka tarafları ortak büyük bir avluya bakıyordu. herkes evinin balkonunda özel emniyet kemerli koltuklarda oturuyordu. aileler birarada olabiliyorlardı yalnızca, aile dışı bireyleri görmeye izin yoktu. bizim aile daha kalabalıktı, ben de zaten ben gibi görünmüyordum. orada oturduk emniyet kemerlerimizi bağladık ve bütün bir mahalle hep birlikte sonumuzun gelmesini beklemeye başladık.
çok salakmışız vesselam, dünyanın sonu gelio di mi? git seviş, koş, iç bişe yap yani.
çok salakmışız vesselam, dünyanın sonu gelio di mi? git seviş, koş, iç bişe yap yani.
Pazartesi, Temmuz 24, 2006
işi bıraktım.
fiziksel olarak işe gitmiyorum. ama hala merak ediyorum işler yolunda mı diye, endişe ediyorum arada.
artık kusmuyorum, bayılmıyorum. çılgın bir ateşlenme ve görülen halüsinasyonlardan sonra neyim olduğu bulundu ve tedavi oluyorum.
mülakata girdim sonuç bekliyorum.
tezimle flört ediyorum.
ayaklarım üşüyor bir de durmadan. onu engelleyemiyorum.
fiziksel olarak işe gitmiyorum. ama hala merak ediyorum işler yolunda mı diye, endişe ediyorum arada.
artık kusmuyorum, bayılmıyorum. çılgın bir ateşlenme ve görülen halüsinasyonlardan sonra neyim olduğu bulundu ve tedavi oluyorum.
mülakata girdim sonuç bekliyorum.
tezimle flört ediyorum.
ayaklarım üşüyor bir de durmadan. onu engelleyemiyorum.
son kez görüştüğünüzde bilememişsinizdir onu son görüşünüz olduğunu. yeterince sıkı sarılamamışsınızdır ona. gitme kal diyememişsinizdir. beni bırakma diyememişsinizdir. vedalaşırken söylenebilecek binlerce şeyi söylememişsinizdir çünkü yarın gene görüşürüz nasıl olsa diye düşünüyorsunuzdur o sırada, hadi olmadı öbür gün bir kahve içeriz dersiniz içinizden.bilmezsiniz ki, öyle bir yarın yok. bilmezsiniz... bilseniz daha çok bakardınız gözlerine, daha sıkı sarılırdınız ona, kokusunu öyle bir çekerdiniz ki içinize unutmamak için. bilseniz yüzünü saçlarını ellerini öperdiniz ağlaya ağlaya...onu bir daha görüp göremeyeceğinizi, belki başka bir boyutta kavuşup kavuşamayacağınızı bilmiyorsanız yapacak tek şey kalmıştır artık. ayrılırken, o veda edemediğiniz son görüşmenizde söyleyemediğiniz her şeyi yazar durursunuz, kafanıza kağıtlara... hiç iyileşmeyen bir yara olur bütün o sesler harfler aklınızda. seni seviyorum dersiniz, kendine dikkat et dersiniz, seni özleyeceğim dersiniz.sarılamazsınız, koklayamazsınız, koruyamazsınız ama.her vedayı sonmuş gibi yaşamak lazım belki de o yüzden, ayrılırken birilerinden sıkı sıkı sarılmak, koklamak, doya doya bakmak lazım sevdiklerimize.geri gelmeyecek bir an olabiliyor çünkü o veda anı, el sallayarak geçiştirdiğimiz veda etme anı, ve sonsuza kadar kanayabiliyor.
15 yaşında herkes hayatı anlar. herkes bilir insanların ne kadar yalancı, güvenilmez, ne kadar haşin olduğunu. 15 yaşında bilinmezin aralık kapılardan bize dokunmasından korkar, sırtımızı dönemeyiz kapılara. her şeyi biliriz, kendimizi tanırız. güçlü olduğumuza inanır, hayatı bildiğimize olan inancımızın verdiği güçle dimdik dururuz her şeyin karşısında.
ve sonra gerçekler çıkar karşımıza bir bir. bizim çocuksu güvenimize aldırmadan bildiğimiz her şeyi teker teker ezer geçerler. bildiğimize, çözdüğümüze inandığımız herşeyi, parçalar, çiğner ve tükürürler. insan ırkınının hazin sonunu öğreniriz.
15 yaşında küçük hayatımızın her yönünü anlarız, 25 yaşında ise hayatın asla göründüğü kadar basit olmadığını.
ve sonra gerçekler çıkar karşımıza bir bir. bizim çocuksu güvenimize aldırmadan bildiğimiz her şeyi teker teker ezer geçerler. bildiğimize, çözdüğümüze inandığımız herşeyi, parçalar, çiğner ve tükürürler. insan ırkınının hazin sonunu öğreniriz.
15 yaşında küçük hayatımızın her yönünü anlarız, 25 yaşında ise hayatın asla göründüğü kadar basit olmadığını.
son dönemde bayılgan bir kişilik olarak kariyer basamaklarını hızla çıktığımdan kelli bayılmak -özellikle de tansiyon menşeili bayılmak üzere bir kaç kelam etmeyi kendime borç biliyorum. olaylar şöyle gelişiyor sayın okur:-önce tuhaf böyle baş bulanması tadında bir baş ağrısı peydah oluyor. bu baş ağrısı ilerledikçe gözlerde bir miktar odaklanma sorunu vücuda geliyor.-ikinci adımda özellikle ellerden ve ayaklardan kan çekiliyormuş gibi hissediliyor.-gözlerin önünde minik sinekçikler uçmaya başlıyor.eğer bu noktada tecrübe ile olayların farkına varabilirseniz acilen tuzlu ayran içmek soda yemek soğuk suya tabi tutulmak gerekiyor. ama yapmadınız diyelim. o zaman ise şunlar vuku buluyor:-minik sinekçikler büyük kelebekçiklere dönüşüyor.-el ayaktan kan çekilmesi hissi artıyor. elinizi ayağınızı kontrol edemeyecek gibi hissediyorsunuz.-bütün vücutta, özellikle de dudaklarda bir uyuşma hissi peydah oluyor.-kafanız ağırlaşıyor. kontrolsüzlük hissi kafaya yayılıyor. kelebekler el kadar bebelere dönüşüyorlar. kafa düşüyor gözler gidiyor ve hoş geldin karanlık.ancak kişisel tecrübelerim bayılmakla mücadele etmek gibi bir kavramında var olduğunu gösteriyor. şöyleki; tam son adımda bayılmamaya kasmak söz konusu. o karanlığa düşmemek için çabalamak, kontrolü elinize almaya ve gözlerinizi açmaya çalışmak dirayetiniz ve iradeniz ölçüsünde işe yarayabiliyor. bir noktaya tutunmaya çalışmak faydalı olabiliyor. misal son bayılmalardan birinde masadaki takvime dokunabilirsem bayılmayacağıma inanmıştım. ama heyhat parmağımı kaldırıp takvime dokunamadığımdan kelli bayılmak kaçınılmaz oldu.iyi günler ey okur, ortadoğu ve balkanların en sirkeleşmiş şarabı sağlık sorunlarından edindiği bilgileri seninle paylaşmaya devam edecek.
Cuma, Haziran 09, 2006
Çarşamba, Haziran 07, 2006
canım hişç bir şey yapmak istemiyor. gidecek yön belirsizken yürümek çok anlamsız. pek çok kişiye göre güzel bir işte çalışıyorum. aslında kimi yönlerden benim için de güzel. ama işte asıl istediğim bu değil. ve eğer tezimi bitirirsem, gerçek aşkımla aramdaki son bağda kopacakmış gibi geliyor.
yazamıyorum bu yüzden. bu yüzden beynimi satıyorum. perde yazısı, sanatçı röportajı ve kriz yönetimi haberi yazıyorum. beyin orospusu oldum ben.
ona buna vere vere bana hiç bir şey kalmadı.
kulağımdan ince ince sızıyor beynim.
yazamıyorum bu yüzden. bu yüzden beynimi satıyorum. perde yazısı, sanatçı röportajı ve kriz yönetimi haberi yazıyorum. beyin orospusu oldum ben.
ona buna vere vere bana hiç bir şey kalmadı.
kulağımdan ince ince sızıyor beynim.
Çarşamba, Mayıs 03, 2006
Cuma, Mart 24, 2006
dün havada çok acayip bir koku vardı. çok eskilere, hep acı ve mutsuz dönemlere götüren bir koku. yazı hatırlattığı için beni korkutan bir koku. en son bu kokuyu geçen sene duyduğumda hayatımın en mutsuz dönemlerinden birindeydim. sonra diğer zamanları düşündüm bu kokuyla beraber gelen. hep bir kayıp, bir belirsizlik, bir terk ediliş, bir yok olma isteği. akşam işten çıktığımda çok baskın bir hale gelmişti bütün bu duygular. sanki aslında yine öyle bir dönem geçirmekteymişim gibi hissediyordum kendimi. bir ağlama hissi gelip oturmuştu içime. beşiktaş mcdonaldsın önünde oturmuş tuğçeyi beklerken daha da geriye gittim. lise 2 ve lise 3 te bile aynı koku aynı hislerle beraber yaşıyordu. kulağımda liseden bana uzanan sesiyle eddie vedder indifference i söylerken iyice sinirlerim bozulmaya başladı.
sonra tuğçe geldi sarıldık. yürüdük biraz oturduk bir yere. kendimle iligili hiç bir şeyden bahsetmek istemiyordum ona, çünkü gerçekliğim sarsılmıştı. mutsuz muydum mutlu muydum kestiremiyordum. volkanla ilgili herşey yolunda mıydı gerçekten, yoksa bir gerginlik mi vardı aramızda? volkan var mıydı gerçekten? deliriyorum gibi geliyordu.
sonra telefon çaldı. 5 dakika sonra arayan gözlerle yürüyen sevgilimi gördüm boz bulanık plastikten bir duvarın ardından. yanıma geldiğinde, ona sarıldığımda, kokusunu içime çektiğimde artık biliyordum.
böylece bir çağrışımı daha yeniledik dün gece volkan'ın hiç haberi olmadan. artık o koku huzursuzluğun bitişini çağrıştıracak bana.
sonra tuğçe geldi sarıldık. yürüdük biraz oturduk bir yere. kendimle iligili hiç bir şeyden bahsetmek istemiyordum ona, çünkü gerçekliğim sarsılmıştı. mutsuz muydum mutlu muydum kestiremiyordum. volkanla ilgili herşey yolunda mıydı gerçekten, yoksa bir gerginlik mi vardı aramızda? volkan var mıydı gerçekten? deliriyorum gibi geliyordu.
sonra telefon çaldı. 5 dakika sonra arayan gözlerle yürüyen sevgilimi gördüm boz bulanık plastikten bir duvarın ardından. yanıma geldiğinde, ona sarıldığımda, kokusunu içime çektiğimde artık biliyordum.
böylece bir çağrışımı daha yeniledik dün gece volkan'ın hiç haberi olmadan. artık o koku huzursuzluğun bitişini çağrıştıracak bana.
Salı, Mart 21, 2006
eşek kadar oldum artık. cumartesi günü çılgın kutlamalarla 27. yaş günümü kutladık. öncelikle gelen herkese çok teşekkür ediyorum. ardından da şunları söylüyorum, ahanda söledim:
geçen seneden bu seneye baktığımda hayatımın hiç tahmin edemeyeceğim yönlere gittiğini görüyorum. evet aynı kalan noktalar var kabul ama değişenler çok fazla. hiç aklımda olmayan bir işte çalışıyorum. oysa bu sene bu zamanlarda tezle boğuşup evden çıkmadan yazı yazacağımı düşünmüştüm ben. geçen sene doğum günüme uğrayıp geçen bir insan bu sene doğum günü partimin odak noktasıydı benim için, hayatımdaki yeri de hızlı bir yükselişle arttı. bütün parti boyunca gözlerimin onu araması ve her gözgöze geldiğimizde içimin sevinçle dolması geçen zamanın kısa bir özeti aslında. gözlerim hep onu arıyor ve onu her gördüğümde sevinçle doluyorum.
sonra geçen sene bu zamanlar derslerle kafayı yiyordum. bir sürü sorun vardı. şimdi işle kafayı yiyorum. yine bir sürü sorun var. değişen kafayı yediğim ve sorun olan konular sadece. sanırım bunu değişimin değişmezliği içinde algılamam gerekiyor. her şey değişiyor evet, ama hiç bir şey değişmiyor da aslında.
geriye baktığımda şu an kendimi daha güçlü, daha mutlu ve daha huzurlu hissediyorum. ama göreceli kavramlar hep bunlar.
çok zor geçen ve beni benden alan bir sene yaşadım. bu zor ve sancılı günlerde delirmemem için yanımda olan herkese çok teşekkür ediyorum. özellikle nil, çağrı, görgün, volkan ve gökçe. sizi çok seviyorum.
geçen seneden bu seneye baktığımda hayatımın hiç tahmin edemeyeceğim yönlere gittiğini görüyorum. evet aynı kalan noktalar var kabul ama değişenler çok fazla. hiç aklımda olmayan bir işte çalışıyorum. oysa bu sene bu zamanlarda tezle boğuşup evden çıkmadan yazı yazacağımı düşünmüştüm ben. geçen sene doğum günüme uğrayıp geçen bir insan bu sene doğum günü partimin odak noktasıydı benim için, hayatımdaki yeri de hızlı bir yükselişle arttı. bütün parti boyunca gözlerimin onu araması ve her gözgöze geldiğimizde içimin sevinçle dolması geçen zamanın kısa bir özeti aslında. gözlerim hep onu arıyor ve onu her gördüğümde sevinçle doluyorum.
sonra geçen sene bu zamanlar derslerle kafayı yiyordum. bir sürü sorun vardı. şimdi işle kafayı yiyorum. yine bir sürü sorun var. değişen kafayı yediğim ve sorun olan konular sadece. sanırım bunu değişimin değişmezliği içinde algılamam gerekiyor. her şey değişiyor evet, ama hiç bir şey değişmiyor da aslında.
geriye baktığımda şu an kendimi daha güçlü, daha mutlu ve daha huzurlu hissediyorum. ama göreceli kavramlar hep bunlar.
çok zor geçen ve beni benden alan bir sene yaşadım. bu zor ve sancılı günlerde delirmemem için yanımda olan herkese çok teşekkür ediyorum. özellikle nil, çağrı, görgün, volkan ve gökçe. sizi çok seviyorum.
Cumartesi, Mart 04, 2006
güneşli bir cumartesi günü kadıköyde sevgilimin kollarında deniz güneş kokarak mırıldanmak varken, zincirlikuyu kore şehitleri caddesinin dibinde atılmaya hazır bir iş merkezinin sessiz ve soğuk odasında mahsur kalmıştım. aslında mahsur kaldığım yer bir odadan çok asla bulaşmak istemediğim insan kaynakları sektörünün ufak bir parçasıydı. ufacık yaşıma bakmadan beni işe alımla ilgili geçici bir göreve vermişlerdi. insanlar karşıma geliyor, kendilerini bana beğendirmeye ve pazarlamaya çalışıyorlardı. hepsini beğenmek ve sevmek istiyordum. hepsini işe alıp mutlu etmek istiyordum, ama yapamıyordum. bir tanesi görüşmeye gelmezse çok seviniyordum karar vermek zorunda kalmayacağım için. ama geliyorlardı. akın akın geliyorlardı. bu kadar dandik bir işe girmeye çalışan bu kadar çok insan olması, bu insanların çaresizliğini gözler önüne seriyor ve benim bir seçim yapmamı zorlaştırıyordu.
insanlar hakkında karar verecek bir mekanizma olmak istememiştim hiç bir zaman. psikolojinin teorisinde boğulmaya ve pratikten uzaklaşmaya çalışmıştım.
insanlar hakkında karar verecek bir mekanizma olmak istememiştim hiç bir zaman. psikolojinin teorisinde boğulmaya ve pratikten uzaklaşmaya çalışmıştım.
Pazar, Ocak 22, 2006
herkesin çocukken benzemek istediği biri var değil mi? bir süper kahraman, şarkıcı falan işte. bendeniz, etrafımdaki herkes kendisine she-raları efendime söyliyim hülya avşarları örnek alırkene, polyanna olmak isterim diye tutturmuştum. bu isteğin altında yatan neden, geniz eti ameliyatından sonra ?ameliyattan kaçmaya çalışmam, ameliyathaneyi birbirine katmam ve son olarak da ameliyat masasına işemem tamamen ayrı bir hikaye- bana alınan iyilik meleği ve polyanna kitaplarının ikisinin de aynı temayı işlemesi ve benim cılız ve mızmız bir çocuk olmam sebebiyle 2 haftayı bu iki kitabı sürekli okuyarak yatakta geçirmem diye düşünüyorum. neyse efendim, bu iki kitapta yer alan kız çocuklarının şöyle bir ortak özelliği vardı: bunlar herkesin işine burnunu sokan, böle kuşlar kelebekler böcekler tadında gezen, kızmayan sadece kırılan, böyle kalbi kırılan ama başı eğilmeyen kızcağızlardı. sürekli bir yaşlı amcaların teyzelerin gözdesi olurlar, yaramazlık yapanları uslu çocuklara dönüştürüp aile bağlarını güçlendirirlerdi. ben bu iki hanım kızımız içinden kendime nedense idol olarak polyanna?yı seçmiş idim. bu polyanna hanım kızımız, tombul yanaklı çilli suratlı, böyle sürekli tulumlar falan giyen biriydi. ?be hey gafil, bak orda şeker kız candy var, ne bilim çiçek kız var seç onlardan birini, güzel güzel kıyafetler, ince zarif beller di mi? hadi ondan geçtim, iyilik meleğindeki kız da güzelcene bişeydi, işe burun sokmak, iyilik börtü böcekliği yapmak istiyorsan onda da var hepsi, hem mutlu sonla bitiyor hikayesi di mi ama yooook, illa da en şaşkolozu olucan!- neyse, bu polyanna hanım kızımızın iyilik kisvesi altın da herkesin işine gücüne burnunu sokup, sonunda sakat kalıyordu. bendeniz, sadece hayal kurmayan aynı zamanda da bu hayalleri gerçekleştirmek için kasan biri olduğum için, polyanna?yı sadece prensipte benimsemedim. pratiğe de döktüm. bir dönem bizim sokaktaki yaşlı teyzelerin hepsi, hayatlarında görmedikleri bir kız çocuğu tarafından selamlandılar, torbaları taşınmak istendi, her birine ayrı ayrı bakkaldan bir şey ister misin teyzecim, torunlar nasıl diye soruldu. hele bir yaşlı kadın vardı, geri dönüp dönüp bana bakmasını hiç unutamıyorum. bir de tabi poşet taşıycam diye ısrar ettiğim, sonra boyum kısa olduğu için poşetlerin altı yere süründüğünden poşetlerini patlatıp yumurtalarını kırdığım bir teyze varki? neyse bu bahsi burada kapatalım.yıllar geçti sayın okur ve ben düzeldim. cılız bir kız çocuğuyken, tombul yanaklı bir insana dönüştüm. güneşte çillerim çıktı mesela. büyüdükçe, cicili bicili elbiselerden sıkılıp kadife ve kot tulumlar giymeye başladım. insanlara iyilik yapıcam işlerine burnumu sokucam diye uğraşmaktan vazgeçtim. üniversiteye girdim psikolog oldum. ya işte insan neydim değil ne olucam demeli.
dün gece mutfaktan gelen tıkırtılarla uyandım. önce annamadım noluo dedim, hala rüya mı görüyorum acaba? sonra baktım yok alenen tıkırtılar var mutfakta. babamın anneme bana hamile kaldığı zaman aldığı fuşya sabahlığı giydim. kemerini bağlarken aklıma gormenghast üçlemesindeki fuchsia groan karakteri geldi. hayır olsun deyip kafamı hafifçe eğerek salladım. sonra odadaki kitaplardan en ağırını savunma ve saldırı amacıyla kullanmak için aldım. başka bir şey alabilir miyim diye baktım önce bir ama farkettim ki odamda palyaço ve kitaptan başka bir şey yok. tam odadan çıkacaktım ki aklıma holün taş olduğu ve ayaklarımın çok üşüyebileceği geldi. kitabı bırakıp yerdeki patikleri el yordamıyla buldum ve giydim. bu esnada mutfaktaki tıkırtılar çatırtılara dönüşmüştü. serinkanlı ama hafif adımlarla mutfağa doğru ilerledim. holdeki bilgisayar masasının yanındaki sandalyeyi iterken ses çıkmaması için çok dikkatli davrandım. mutfaktaki ufak ışık yanıyordu. tam kapının önünde durdum ve portmantonun aynasından içeri bir göz attım. o sırada aklımdan portmantonun fransızca bir kelime oluşuyla ve ferfojeyle ilgili bir şeyler geçti. türkçede bu şekilde kullanılan başka kelimeler var mı diye düşünürken içerde olan biteni bu şekilde anlayamayacağımı farkettim ve kitabımı saldırı-savunma karışımı bir pozisyonda tutarak mutfağa daldım. mutfaktaki manzara bir tuhaftı. bizim hiffie, annemin sağlıklı yaşam sürdürmemize katkısı olması için aldığı cevizleri mutfak tezgahının üstüne oturmuş, kırıp kırıp yiyordu. "günaydın" dedi. "günaydın" dedim ben de. yüzündeki what took you so long ifadesini görünce içimden "seni gidi ingiliz uşağı, nerden kaldın ifadesi koysana yüzüne " dedim. sonra ağzımın içinden söylenerek tezgahın üstüne, yanına oturdum ve "ver şurdan iki ceviz havamızı bulalım" dedim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)